(Big ben'e tersten, Putney wharf'a uzaktan baktıran, götlerde şimşekler çaktıran bir aşk hikayesi)
''Cabin crew check'' Londra'ya bulutların üstünde bakarken duyduğu son manalı sözler bunlardı Can Ferah'ın. Kaptanın ''dünya umurumda değil'' tonunda anons yapması her zamanki gibi sinirini bozmuştu ama o gözlerini muhteşem manzaradan ayıramadı. 1 ay boyunca yaşayacaklarından habersiz, sınır kontrolü esnasında hangi tür sorularla karşılaşacağını düşünmekle meşguldü o sıra. Puslu havanın verdiği gazla playlist'inden Vega'yı seçti, Fulham'a gözlerini dikip İstanbul'un onun için en değerli parçasını düşünmeye başladı. O anda içine doğmuş gibi Putney Wharf'ı seçti gözleri, orada cesaret alıp söyleceklerini bilse şüphesiz kafasını çevirip yanındaki hosteslere göz atardı. Uçak indikten sonra işlemleri halledip yeni evini aramaya koyuldu. Sosyal fobisi nedeniyle kimseye birşey soramayan Can ancak ufak bir Fulham turundan sonra yeni evini bulabildi. Birbiriyle benzer renk ve aynı düzende inşaa edilmiş klasik 3 katlı British evleri onu İstiklal caddesini ilk defa gören sıradan ankaralı tadında etkilemişti. Ev sahibinin verdiği sıkıcı lecture kafasını bozduysa da sokağa çıkıp marlborosundan aldığı ilk nefes onu kendine getirmeye yetti. İlk günler sıradan bir british ne yapıyorsa o da onları takip etti. Her şey oldukça sıradan bir düzende giderken İstanbul'da bırakamadığı, 1 yıldır aklından çıkaramadığı Lyla'yı daha sık düşünmeye başlamıştı. Kırılma noktası ise sokaklarda sürekli gördüğü, Lyla'da da bir replikası bulanan çanta ve italyan arkadaşları olmuştu. Francesco tarafından seslendirilmiş İtalyanca bir metin iki aylık bir suskunluğun ardından Lyla'ya doğru istemsizce yol aldı adeta.
- (Can) Burada senin okula gelirken kullandığın çantayı gördüm aklıma geldin. Come stai?
- *(içses) Bir yıldır aklımdan çıkaramıyorum seni lyla ne çantası be
Yine her zamanki gibi gayet boş ve sıkıcı muhabbeti sürdürmemeye ısrarlı olsa da bazı gerçekler için erken olduğunu düşünüp Londra hakkında yazmaya karar verdi. Dünyanın en güzel mimari eserlerinin önünden geçmesine ragmen yerde para arayan kayserili tadında kafasını kaldırmadan yazmaya devam etti Can. Normalde böyle bir muhabbete 5 dakika dayanamayan kişiliği 5 dakika bile iletişimi koparmadan 3 gün boyunca konuşmuştu onunla. İlk onundaydı, 2015'in yaz güneşi altında bu günleri özlediğinde hala ilk onunda olacağını bilmiyordu. Aslında o anda ona verdiği tek kelimelik cevaplardan Lyla'nın nazarında değerini anlamalıydı ama mantığa dayanan basit gerçeklerin tutkulu aşklarda yeri yoktur. Eğer bir ömrü mantık ilişkileriyle tüketmek istiyorsanız bir tavsiye vereyim size ; bir insan kendisinden bahsederken kullandığı kelimelerin sayısını arttırıyorsa bencildir. Bu tür insanlar dışarıdan size sevgi besliyor gibi görünselerde aslında sizin ona verdiğiniz hediyelere, onun sizle geçirmekten keyif aldığı anlara, taksiciye uzattığınız yüz liraya aşıktırlar. Can o sırada yaptığı muhteşem espriler nedeniyle kendini mizahın tezenesi gibi hissederken lyla'nın esas hoşlandığı şeyin o değil de mizah anlayışı olduğunu fark edememişti. İşte bencillerle romantikleri ayıran tek fark buydu: romantizm akımına gönül vermiş insanlar bir varlığın önce kendisini hiçbir sebebe dayandırmadan severler. Can'ın şu an kafasında dönüp duran onca sebebe rağmen Lyla'yı aklından çıkaramamasının sebebi de aynı olmalı. Birkaç günlük içinde bir adet de orta doğu analizi içeren boş muhabbetten sonra Can olayın yönünü biraz daha değiştirmeye karar verdi.
- Yalnız viskiye başladım sorumluluk kabul etmiyorum anymore.
- *2 saat sonra anlatacaklarım seni benden uzaklaştırırsa dönüşü kolay olsun diye yol yapıyorum.
YOU ARE READING
London's Calling
Non-FictionAkıllarda şimşekler çaktıran bir aşk hikayesi. Londra 13'