Yaz akşamları genelde ılık ve sakin geçerdi Ankara’da, arada bir sessizliğin huzurunu bozan tofaş marka otomobillerin yüksek basları, bir de gecenin ilerleyen saatlerinde çöp toplamaya gelen çöpçülerin konteynerleri çöp kamyonunun içine doğru havaya kaldırıp içindekiler iyice boşalsın diye sallaması hariç, her şey bir bütünlük ve düzen içinde işliyordu bu şehirde.
Gecenin geç saatleri işten gelip de annemin uykulu gözlerle karşımda dikilip aç olup olmadığımı sorması gibi. Anneler ne gariplerdi, sanki hayatları boyunca evlatlarına belli soruları sormak ve söylenmek amacıyla kodlanmış bir işlemcileri vardı. Gece geç yatınca, sabah kalkmadığında söylenmek, adam akıllı para kazanamadığın için söylenmek, ne zaman evleneceksin diye sormalar, aksi cevaplarda hep bir yakınma ünlemi olarak anne-baba olunca sende anlarsın deyişi. Babamı geçen yıl kaybetmiştik, annem kocasını ben babamı yitirmiştim. Acaba annem babasını bir morg çekmecesinde görse ne hissederdi? O andan sonra bugüne kadar olduğu insan olmayı bırakıp yeni bir insan mı olurdu, yoksa yeni bir insan olmak için fazla yaşlı olduğunu düşünerek hiçbir şey yapmaz mıydı…
Anneler ne gariplerdi. Babam öldükten sonra her şeyini bir torbaya toplamış, bazılarını saklamış, giysilerinin bazılarını da fakir fukaraya verilsin diye sitenin kapıcısına vermişti. Sanki bu duruma doğuştan hazır gibi öyle bilmiş ve kendinden emin bir şekilde hallediyordu ki her şeyi, bilmesem annemin babamın öleceğinden haberi olduğunu düşünürdüm. Annemin anne olması boşuna değildi sanırım. Babam annem olsaydı aynı sükuneti o gösteremezdi.
Ben annem olsam ben de gösteremezdim. Ben akşamları bir demlik çay demler, bir de sigara yakar, dünyanın gerçekliğini, ölümün haksız bir son oluşunu sorgulardım. Geçenlerde bir kuş olmayı hayal ettim, uçmak istedim. Uzaktaki sevdiklerimin yanlarına böylelikle daha çabuk ve istediğim zaman gidebileceğimi düşündüm.Bir kuş da uzakta olan sevdiğinin yanına gitmek ister miydi acaba? Ya da sevmek insanlara mahsus bir eylem miydi? Bir şeyleri sevmek, özlem duymak ve konuşma ihtiyacı duymak. Evrimin son basamağı diye tanımladığımız bu bilinçli varlığımızın bir mükafatı mı, yoksa bir laneti miydi? Öyle ki binlerce yıldır ilk insandan şimdiki bize gelene kadar dilbildirişimin her yolunu denemişiz; mağara duvarları, taş yazıtlar, tabletler, hatta dumanı bile buna araç etmişiz. Sonunda da kağıt üzerine yazılan harflerde karar kılmışız.
Kuşlar gibi ötüşerek, filler gibi hortumlarla öpüşerek, ya da kediler gibi karşı kaşıya oturup gözlerimizi birbirimize dikerek kendimizi sakinleştirmek için -kedi öpücüğü- ile iletişmek hiçbir zaman yetmemiş. İnsan hep bir anlaşılmak, anlatmak arzusuyla yanıp tutuşmuş. Neydi bu kadar anlatmak istediğimiz, hem de binlerce yıldır. Bir gök bilimcinin dünyanın güneşin etrafında bir tam turunun bir yıla eşit olduğunu anlaması ve anlatması için dile ihtiyacı vardır. Ya benim, ya bizim gibi sıradan insanların anlatmak için yanıp tutuştuğumuz, bu kadar önemli olan şey ne olabilirdi?
Çok konuşarak hiçbir şey anlatamamak da biz modern insanın laneti sanırım. Annem, babam öldüğünde hiç konuşmadı. Sadece acısını hissetti. Ve insanlığın en ilkel halinde olduğu gibi konuşmaya gerek olunmayan bir noktaya geri döndü. Ben de şimdi o noktadayım; ilkel, konuşmaktan aciz, konuşarak ya da yazılarak bir şeylerin anlatılamayacağı ilk yerdeyim.
Bu dünyanın var oluştan beri kaçınılmaz en büyük gerçeği olan ölüm, önünde ya da sonunda hepimizi başladığımız noktaya getiriyordu. Konuşmanın olmadığı, ne olduğunu bilmediğimiz garip seslerin ses tellerimizi titreterek ağzımızdan çıktığı zamanlara.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
TUMBLR YAZILARI
Short StoryMozaşist bir toplumuz aşk acısı çekmek rahatlatıyor bizi.