Atlı, atını dört nala sürüyordu. Toprak artık adını çamura devretmişti. Uzun zaman sonra gelen bu yağmur, atlının hızını bir hayli düşürmüştü. Etraf sessizdi, sadece atın nefes alıp verme sesi duyuluyordu. Yolda ne bir ağaç vardı ne de bir ev, tamamen boş bir araziydi. Taşların kırık tarafları, az önceki yağmur yüzünden su dolmuştu, hava düzelmeye başlayınca, kuşlar kendini gösterdi, biriken suları içmeye başladı, güneş yeniden ortaya çıktı. Atlı ise atından indi, büyük ve düz bir taşın üzerindeki oyukta biriken suyu yüzüne vurdu, kendine gelmişti. Uzun yol onu harap etmişti. Neredeyse iki gündür at üzerindeydi. Yol hiç bitmeyecek gibiydi, ancak bitmesi gerekiyordu. Bu oldukça önemli bir meseleydi. Atına bindi ve yola devam etti. Güneş kendini iyice göstermeye başladı. Ortalık tamamen aydınlandı. Sonunda kasaba görünmeye başladı. Çok az ev vardı, bir kaç da ahır. Atlı hızını biraz daha arttırarak kasabaya oldukça yaklaştı, yaklaştıkça kasabadan biraz uzakta bir ev gördü. Aradığı yeri bulmuştu, hızla oraya yakınlaştı.
Bir adam, karşısındaki tahta kuklaya bıçaklar fırlatıyor, okunu çekip en arkadaki kuklayı vurmaya çalışıyor bazen de kemerinde ki hançerleri çekip, kuklalara yakından saldırıyordu. Hepsini tamamladıktan sonra, yanındaki çuvalları kaldırıp indiriyor ve tabaktaki çörekten bir parça koparıp ağzına atıyordu. Atlı, kısa bir süre bu adamı izledikten sonra yanına giderek, "Efendim, Keanexl siz misiniz?" diye sordu.
Adam son bıçağını fırlatırken bu sözleri duydu, ama cevap vermedi, odaklandı ve bıçağını fırlattı. Bıçak kuklanın kafasına saplandı sonrasında ise adam dönüp, " Kim soruyor?" diye soruyla cevap verdi.
Atlı atından indi ve cebinden bir parşömen çıkardı, adam onu süzüyordu. Parşömeni uzattı, "Efendim, ben bir ulağım, Kral beni yolladı. Sizi çağırıyor," dedi.
Adam parşömeni aldı, yağmur yüzünden ıslanmış kağıdı açarken, "Peki bu ulağın bir adı yok mu?" diye sordu.
Ulak, "Efendim, adım Ayaba'dır," dedi.
Adam parşömeni okumaya başladı, ulak bu arada bekliyordu, parşömenin tamamını okuduğu zaman, "Evet Ayaba, ben Keanexl'ım, ve hadi yola koyulalım," dedi.
Ulak Ayaba, hızla atına atladı, Keanexl ise evine girip, eşyalarını yanına aldıktan sonra evin arkasındaki, siyah atına binip, Ulağın yanına geldi, "Hadi Ayaba, yolu göster," dedi.
"Beni takip edin."
Aynı uzun yola tekrar koyulduklarında, yarım gün yol katettiler. Ayaba acıkmaya başladı, biraz daha ilerleyip bir ağaç gördükleri zaman atlarından indiler. Ayaba telaşlı bir şekilde, atın eyerini, karıştırmaya başladı, hiç yemeği kalmamıştı. Keanexl yanına yaklaşıp, "Merak etme yiyecek getirdim," dedi. Ayaba çok sevinmişti, sonunda karnına bir lokma birşey girecekti. Oturup, Keanexl'ın çöreklerini yediler, biraz oturup dinlenirlerken, bir ses duyuldu. Bağırma sesleri tüm arazide yankılanıyordu. Ulak telaşla atına doğru gidip, kılıcını yanına aldı, Keanexl ise hala oturuyordu, birden dört atlı oraya doğru gelmeye başladı. Ulağın eli titriyordu, atlılar oraya vardıklarında, atlarından indiler. Biri ulağa yaklaştı, "Yanında ne kadar altın var?" dedi.
"Hiç yok efendim, ben bir ulağım."
"Yalan söylediğini hepimiz biliyoruz, değil mi?"
Diğer üç kişi, "Evet!" diye bağırdı.
"Doğruyu söylüyorum Efendim, isterseniz beni arayabilirsiniz."
Ulak bu arada arkasına baktı, Keanexl'ın neden sesinin çıkmadığını merak etti. Arkasına tamamen baktığı zaman orada hiç kimse olmadığını farketti, Keanexl'ın bunlardan korkup kaçtığını düşündü, içini bir korku kapladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yüce Ağaç: Arayış
FantasíaYeni bir Kıtalar Savaşı baş gösterdiğinde, İnsan diyarı, en kötü anlarını yaşıyordu. Umutları tükenmiş, savaşta kazanma şansları kalmamıştı. Diğer ittifakları da aynı durumdaydı, Pelebron Kıtası ölmek üzereydi. Tek şansları, Yüce Ağaç'ı bulmaktı. B...