Betül, üzüm gözlü, buğday tenli, uzun siyah saçlı şirin bir kızdı. İlkokul bire gidiyordu.
Çok yakında ikiye geçecekti. Okulda çalışkan ve başarılı bir öğrenciydi. Öğretmenleri ve arkadaşları tarafından çok seviliyordu. Bu yaz diğer yazlar gibi neşeli geçmiyordu. Ne tatile ne de anneannesini ziyarete gidiyorlardı. Anne ve babası çalıştığından, evde her zaman yalnızdı. Bütün arkadaşları tatil yapmak için gitmişlerdi. Arkadaşsız bir başına kalmış, canı sıkılıyordu. “Kimbilir nasıl eğleniyorlardır’’ diye düşünüp derin bir of çekti. O da bir yerlere gitmek istiyor, canının sıkıntısını gidermek için ne yapması gerektiğini düşünüyordu.
Birden masanın üzerinde duran renkli boya kalemleri gözüne çarptı. “Evet ya, ne zaman renkli boyalarla resim yapsam kendimi daha iyi hissederim’’ diye düşündü.
Büyük bir hevesle masanın başına geçti. Büyücek bir resim kağıdını ve renkli boya kalemlerini önüne çekti. Az önce anneannesini ne kadar özlediğini hatırlamıştı. Bu özlem, içinde iyice büyümüştü. Onu çizerek özlemini giderebilirdi. Birden ona daha yakınlaştığını hissetti. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle resmi çizmeye başladı.
Betül’ün anneannesi , tombul ve dünya tatlısı bir kadındı. Gözleri sevgiyle ışıl ışıl parlardı. Gözünün önüne gelen bu tatlı kadını, iki dakikada çiziverdi. Saçları ne kadar da beyazlaşmıştı. Bu düşünceyle saçlarını pamuk beyazına boyadı. Elbiseleri her zaman tertemizdi. Üstünden hiç çıkartmadığı mutfak önlüğünü maviye boyadı. Sıra yine ayağından hiç çıkartmadığı terliklere geldi. Betül, köpek desenli bu terliklerden küçükken çok korkardı. Sanki onun arkasından yürüyüp, kendisini yakalayacaklarını zannederdi. Anneannesinin resmini bitirdikten sonra resme uzun uzun baktı. Bir an sanki onu omuz başında hisseti. Kendini tutamayıp resme kocaman bir öpücük kondurdu.
Aman Allah’ım ! Neler oluyordu? Betül, binlerce yıldızın çakması ile resmin içine giriverdi. Birden kendisini, anneannesinin kucağında buldu. Bu ne güzel şeydi böyle? Anneannesine sıkı sıkı sarıldı. Yanaklarından öptü, öptü....ama anneannesi hiç şaşkın değildi. O da şaşkınlığını hemen üzerinden atıp anneannesine daha sıkı sarıldı.Öpüşüp koklaştıktan sonra, özlediği köyünü görmek için onunla elele gezintiye çıktı. Uzun bir yürüyüşten sonra acıktılar. Karınlarını doyurmak için evlerine vardılar. Evden çıkmadan önce Betül ve anneannesi portakallı kurabiye yapmışlardı. Bu lezzetli kurabiyelerden yiyip, meyve sularını içtiler. Ama nedense Betül’ünkiler daha çabuk bitmişti. Acaba kurabiye tabağı ve çay fincanı sincap desenli olduğundan mı?
Betül:
-Anneanneciğim bu kurabiyelerine bayılıyorum. Annem senin kadar güzel yapamıyor, dedi.
-Afiyet olsun, canım, diye cevap verdi anneannesi.
-Anneanne biliyor musun, ben resim dersinde çok iyiymişim.
-Öğretmenin mi söylüyor?
-Evet, o söylüyor?
-Neler yapıyorsun bakayım?
-Manzara resmi yapıyorum. Sonra insanları ve hayvanları da çiziyorum. Bugün de sen aklıma geldin, seni çok özlediğimi hissetim ve resmini çizmeye başladım. Resmi bitirdikten sonra yanağına kocaman bir öpücük kondurdum. Birdenbire hoop resmin içine giriverdim.
-Allah Allah, sen öyle şeyler de mi yapıyorsun, tatlı cadım benim, diyen anneannesi, gülerek Betül’ün başını okşadı. Betül cin gibiydi. Anneannesinin kendisine inanmadığını anladı ama sesini çıkartmadı.
Akşam olmuştu. Betül, anneannesine sofrayı kurmakta yardım etti. Yemek yedikten sonra anneannesine bir ağırlık çöktü. Koltuğa uzandı, şekerleme yaparken uyudu kaldı.
Betül yine yalnız kalmıştı. Anneannesinin horultusu öteki odadan duyuluyordu. Yine canı sıkılmaya başlamıştı. O da boya kalemlerini çıkarıp resim yapmaya başladı.
Aklına arkadaşları Zuhal, Ali, Olcay gelmişti. Beraber olduklarında yaptıkları şeyleri hatırladı. “Şimdi ne güzel eğleniyorlardır” diye iç geçirdi. “Keşke onlarla beraber olsam” diye düşündü. Arkadaşlarını özlemişti. Bu özlemle onları birer birer çizmeye başladı.
Öncelikle kısa saçlı, çilli yüzlü, afacan bakışlı, çelimsiz vücutlu bir kız çizdi. Bu en sevdiği arkadaşı Zuhal’di.
Olcay, evet sıra Olcay’daydı. Olcay’ı, Zuhal’i sevdiği kadar çok sevmezdi. Onunla olur olmaz şeyler yüzünden sürekli kavga ederlerdi. Bu kavgaları her zaman Olcay başlatırdı. Yine bu kavgalardan birini hatırlayınca onu çizmek hiç içinden gelmedi. Ama Zuhal, Olcay’ı sevdiğinden yine de onu çizdi.
Arkadaşı Ali çok sakindi. Pek konuşkan değildi. Zuhal gibi çok iyi huyluydu. Üçü biraraya geldiklerinde çok eğlenirlerdi. Ali’yi de bir çırpıda çiziverdi. Aklına anneannesini çizdikten sonra onu öptüğü an geldi. Yüzlerce, binlerce yıldızın çakması ile resmin içine girip kendisini anneannesinin yanında buluvermişti. Yine aynı şeyi yapabilirdi. Resme kocaman bir öpücük kondurdu.
Betül bu sefer arkadaşlarından oldukça uzağa düştü. Ama onların bulunduğu yeri yine de görebiliyordu. Bardaktan boşanırcasına da yağmur yağıyordu. Betül’ün üzerinde incecik bir tişört ve şorttan başka bir şey yoktu. Hem üşümüş hem de çok ıslanmıştı. Yürümeye başladı on dakika sonra kampa yaklaştı. Bu arada yağmur da dinmişti. Koşar adımlarla yürürken Zuhal’le karşılaştı.
Zuhal:
-Betül ,sen ne arıyorsun burada? diye sordu.
-Sizi ziyarete geldim, dedi Betül. İyi ki de gelmişim değil mi? Beni gördüğüne sevinmedin mi?
-Sevinmez miyim? Birden seni görünce şaşırdım da. Ayşe Teyze nerede?
Betül, arkadaşına doğruyu söylemedi. Çünkü arkadaşının ona inanmayacağını biliyordu.
-Annem beni bırakıp gitti. İşi varmış. Ben de o gelinceye kadar sizinle kalacağım, dedi.
-Öyleyse haydi bize gidelim. Ben de kahvaltılık birşeyler almıştım marketten.
Arkadaşları, Zuhal’in yanında Betül’u görünce bir çığlık kopardılar. Herkes Betül’ün gelmesine çok sevinmişti. Kucaklaştılar, sohbet ettiler. Dışarıda oynayacakları sırada yeniden yağmur başladı. Hepsi çok üzüldü. Ama biraz sonra Betül:
-Şöyle büyük bir resim yapalım mı? Herkesin bu resme katkısı olsun, dedi.
-Aaa çok güzel bir fikir, haydi yapalım, diye arkadaşları hep bir ağızdan bağırdılar. Dört, beş kağıdı bantladılar ve kocaman bir resim kağıdı elde ettiler.
Ali:
-Bence şöyle çok güzel bir sirk resmi yapalım, dedi.
Olcay:
-Hayır, bence ormanda piknik yapan çocukları çizelim, diye atıldı.
Zuhal:
-Bence gökkuşağının altında oyun oynayan çocukları çizelim, dedi. Ama Betül’ün kafasında bambaşka bir şey vardı.
-Çocuklar, eğer bir ülkenin resmini yaparsak, oralara gidip gezme maceramız da olur, diye öneride bulundu. Bunun üzerine tüm arkadaşları:
-Nasıl yani, diye hep bir ağızdan bağırdılar. Betül de açıklamaya başladı:
-Ben, önce bir resim yapıyorum. Sonra onu öpüyorum. Hooooooooop resmin içine giriveriyorum. Oradan da resmini çizdiğim yere gidiyorum.
Arkadaşlarının içinde kimse ona inanmadı. Birbirlerine soran gözlerle baktılar.
Betül:
-İnanmazsanız deneyelim, o zaman göreceksiniz, dedi. Zuhal atıldı:
-Haydi deneyelim ve görelim! dedi büyük bir hevesle.
Yuvarlak büyük bir masanın etrafına hep beraber oturdular. Uzun süre hangi ülkeyi çizeceklerini tartıştılar. Sonunda kanguruların ülkesi Avustralya’yı çizmeye karar verdiler. Çocukların hepsi de birer kanguru çizmeye başladı. Sonra her birinin çizdiği kanguru sayısı ikiye üçe yükseldi. Hepsi bir ağızdan:
-Haydi bakalım, o dediğin şeyi yap da görelim, diye bağırdılar. Betül:
-Madem hepimiz gitmek istiyoruz. Elele tutuşalım. Ben bir-iki-üç dediğimde resmi öpelim, dedi.
Arkadaşları Betül’ün söylediğine inanmasalar da onun dediğini yaptılar. Aman Allah’ım! Birden yüzlerce, binlerce yıldızın çakması ile çığlık çığlığa resmin içine girdiler. Gözlerine inanamadılar. Kendilerini Avustralya’nın orta yerinde buldular. Ali çizmiş olduğu kanguruyu hemen tanıdı:
-Bu benim çizdiğim kanguru, diye koşarak onun yanına gitti. Kanguru Ali’den kaçmadı, onu kesesine bile koydu. Zıp zıp zıplayarak onu bir güzel gezdirdi. Ali:
-Arkadaşlar, haydi siz de yapın çok eğleneceksiniz, diye bağırdı.
Arkadaşları şaşkınlıklarını üzerlerinden hemen attılar. Herkes kendi çizdiği kangurunun yanına gitti. Onlar da Ali’nin yaptığının aynısını yaptılar. Zuhal:
-Betül, sen benim çizdiğim kangurunun içindesin. Seninki yeşildi ,dedi.
Betül:
-Sen de benimkinin içine gir. Ne olmuş yani. İşte benimki şuradaki, diye bağırdı.
Vakit iyice ilerlemiş, artık hava kararmıştı. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlardı. Hepsi çok eğlenmişlerdi. Eve gitme vakti gelmiş, geçiyordu bile. Zuhal:
-Peki evimize nasıl gideceğiz? Hava da kararmak üzere, diye korku ile bağırdı.
Ali:
-İlerideki şu küçük kulübede orman bekçisi var. Ona gidip şehre nasıl ineceğimizi soralım, diye öneride bulundu.
Betül ve arkadaşları orman bekçisine gittiler. Kulübenin kapısını hızlı hızlı vurdular.
Bekçi karşısında çocukları görünce:
-Siz de nereden çıktınız çocuklar? diye şaşkınlıkla sordu.
Ama ne yazık ki çocuklar Bekçi Amca’yı anlamıyorlardı. Ali:
-Ne olacak şimdi, hiçbirimiz İngilizce bilmiyoruz. Nasıl anlatacağız derdimizi, diye korku dolu gözlerle sordu. Bekçi Amca:
-Korkmayın çocuklar, inanmayacaksınız ama ben konuştuğunuz dili biliyorum. Sadece sizin dilinizi değil, birkaç dili biliyorum, deyince çocuklar sevinçle birbirlerinin yüzüne baktılar. Hep bir ağızdan:
-Bekçi Amca, bizi şehre kadar götürebilir misin? diye bağırdılar. Bekçi Amca:
-Söyleyin bakalım, bu akşam karanlığında nereye gidiyorsunuz ?
Bekçi Amca’nın kendilerine inanmayacaklarını bildiklerinden, çocuklar:
-Yolumuzu kaybettik Bekçi Amca. Allah’tan karşımıza sen çıktın. Biz şehirde oturan teyzemize misafir gelmiştik. Bizi şehre kadar bırakabilir misin? diye sanki aynı sözleri sözleşmiş gibi hep bir ağızdan bir çırpıda söylediler. Sonra buna kendileri de şaşırıp, gülerek birbirlerini yüzüne baktılar.
Bekçi Amca:
-Atlayın arabaya sizi götüreyim, deyince çocuklar Bekçi Amca’nın kamyonetinin arkasına doluştular. Şarkılar söyleyerek şehrin yolunu tuttular.
Ali :
-Bakın şu ileride kütüphane binası var galiba, dedi. Betül:
-Evet, orada duralım ki geldiğimiz gibi gidebilelim, diye atıldı.
Bekçi Amca’ya seslendiler. Evet, Ali haklıydı. Orası kütüphane binasıydı. Bekçi Amca’dan, kendilerini oraya bırakmasını istediler. Çocuklar el sallayarak bekçiden ayrıldılar.
Olcay:
-Kapısı nerede bu büyük binanın? dedi, telaşla.
-İşte şu kalabalığı görüyor musunuz? Orası olmalı, diye cevap verdi Betül.
Dördü birden büyük kapıdan içeri girdiler. Sessiz salonun merdivenlerinden yukarı çıktılar. Çocuk bölümü olduğunu anladıkları salonun kapısını aralayıp, sessizce içeri süzüldüler. Çevresinde çocukların bulunduğu, üzerinde renkli boya kalemleri, resim kağıtları olan bir masaya oturdular. Hiç gürültü yapmadan, aralarında fısıltıyla konuştular ve anlaştılar. Hepsi de kendi evlerinin resmini çiziyordu. Betül:
-Ben bitirdim arkadaşlar, sizler de bitirin ki hep beraber evimize gidelim, dedi..
Betül ve arkadaşları resimlerini bitirdikten sonra elele tutuştular. Yaptıkları resme kocaman bir öpücük kondurdular. Yüzlerce binlerce yıldızın çakması ile evlerine geri gittiler.
Hepsi de inanılması güç, harika bir gün yaşadıkları için çok mutluydu. Betül arkadaşlarını merak ettiğinden onlara telefon etmek istedi. Zuhal’i aradı:
-Alo Zuhal, ben Betül kampa vardınız mı diye merak ettim de.
-Evet, geldik geldik. Ben de şimdi sana telefon edecektim. Çok güzel bir gün yaşattın bize, sana çok teşekkür ederiz. Yaşadıklarıma inanamıyorum. Rüyada gibiyim. Bunu tekrarlayalım mı ne dersin?
-Zuhal’ciğim, enerjim bir hayli tükendi. Bu macera beni çok yordu. Bilmiyorum tekrar denemek istediğimde bunu yapabilir miyim? Ama denerim. Ali’den haberin var mı?
-Evet, biraz önce telefon etti. Kendisi çok mutlu. Bilmek istersen, Olcay da yaşadıklarına inanamıyor. O da çok mutlu.
-İyi, iyi.Zuhal, yarın görüşürüz. Sakın kimseye bir şey söyleme. Bizlerin arasında kalsın. Saat epeyce geç olmuş. Haydi yatalım artık, daha sonra tekrar görüşürüz.
Betül ve arkadaşları olağanüstü bir gün yaşamışlardı. Hepsi bu mutlulukla gözlerinden uyku akarak yataklarına yattılar. Hepsi de “iyi ki birbirimizle çok iyi anlaşan arkadaşlarız, İyi ki iyi geçiniyoruz, iyi ki hep beraberiz” gibi düşüncelerle uykuya daldılar. Güzel rüyalara yelken açtılar.
Belki de onların böyle güzel bir gün yaşamalarının sebebi, Betül’ün arkadaşlarından ve anneannesinden aldığı güzel duyguları enerjiye çevirmekteki yeteneğiydi. Ne dersiniz çocuklar?