[Kumral karanlıklar içinden usulca]
İnanmıyorum.
İnanamıyorum.
Varlığıma, yokluğuma, görmediğim bir şeye inanmıyorum. Kesin olmayan şeylere inanmıyorum. Ben kendime inanıyorum. Bilime inanıyorum. 'İki artı iki'nin beş edebileceğine inanıyorum ama Sehun'a inanamıyorum. Ne kendisini ne de beni, en çok da beni, mantık çerçeveleri içerisinde değerlendiremiyor olmasına ve IQ seviyesinin ileride doktor olmasına yetecek kadar yüksek olmasına hiç inanamıyorum.
Onunla kan bağımız olmasından bahsetmek bile istemiyorum.
"Beni yalnız bırakmayacaksın, değil mi?" Gözlerini kocaman açmış, yine bana psikolojik baskı yapmaya uğraşıyor.
"Sana inanamıyorum," diyorum.
"Bunu daha önce de duymuştum." diyor.
Sehun sürekli beni partilere götürmeye çalışır. Beni de sosyal baloncuğunun içinde tutmaya çalışmasını ilk başlarda bir hayli takdir ediyordum ama artık sıkıyor.
"Jongdae zaten geliyor hatta Luhan ve Kyungsoo da," diyorum, bir elimle örgü beremi düzelterek. "Beni neden çağırıyorsun?"
Önündeki ekstra köpüklü karamelli lattesinden geriye kalanları bir dikişte bitiriyor. "Sanki bilmiyorsun." diyor. "Anlasana artık bana seni gerek seni." diyor abartılı el kol hareketleriyle. Yanımızdaki garson kız bize tuhaf tuhaf bakıyor. Çekinip yerimde kıpırdanıyorum. "Gerçekten kuzen, gelmen lazım."
Sehun, potansiyel bir erkek arkadaş adayı olarak aradığınız her şeye sahiptir. Benim kadar olmasa da bir hayli uzundur, fiziği güzeldir, onunla vakit geçirmesi eğlencelidir ve aileden zengin olmakla birlikte ileride doktor olarak bu zenginliğini taçlandıracaktır.
Ama bir yoldaş olarak öyle kötü bir huyu vardır ki size ısmarladığı ve sizin de iştahla gömdüğünüz bütün pepperonili pizzaların acısını çıkarır.
"Sehun, sen ağzınla değil götünle içiyorsun ve ben senin götünü de ağzını da toplamaya pek istekli değilim."
Gözünün önüne dökülen yeni boyanmış sarı saçlarını umursamayarak bana sahte kırgın gözlerle bakıyor. Son çırpınışlarla beni ikna etmeye çalışacakken telefonu çalıyor.
Parlak ekrandaki Minki yazısı gözlerimi alıyor. Sehun ile medya bölümündeki bir çocuğun arkadaşlık yapıyor olmasını tuhaf karşılıyorum ama bir şey söylemiyorum. Aramayı reddediyor.
"İyi," diyor atarla yerinden kalkarken. "Ben de kendime başka bir Sonsuza Dek Arkadaş kolyesini paylaşacak kişi bulurum." Cebinden ikimizin de içeceklerini katlayacak kadar para çıkarıp masaya bırakıyor ve kafeden hızlıca çıkıyor.
Bilmediği, ya da umursamadığı, şey ben o kolyeyi kaybedeli yıllar oluyor. Aslında şimdi düşününce onunkini de bayadır görmedim.
Masadaki peçetelerden bir kısmını cebe atıp soğuk havaya çıkıyorum. Hava buz gibi. Kar hala yerde ve bu bana kendimi hiç ama hiç iyi hissettirmiyor. Evimin de soğuk olduğu düşüncesiyle ayaklarım hareket etme konusunda isteksiz davranıyor.
Yakındaki otobüs durağına gidiyorum. Orada bekleyen birileri daha var. Oturamıyorum, çünkü tüm demirler buz tutmuş. Omuzlarımı kendime çekmiş, ellerimi ceplerime sokmuş halde hafif hareketlerle kendimi ısıtmaya çalışıyorum. Başarısız.
"Chanyeol, bu sen misin?" Önümü kapatan berem yüzünden kafamı yukarı kaldırıp, yanımdaki bankta oturan kişiye bakıyorum.
"Oh, Junmyeon. Merhaba." Ayağa kalkıp yanıma geliyor.