Birbirimize yan yana iken yabancılaşmak modern çağımızın vebasıydı sanırım.
Tentelerin altına saklanmış bir avuç insan topluluğu, donuk bir ifadeyle, açıkta kalan vücutlarının ıslanmaması için birbirlerine sokuldukça sokuluyorlardı. İşin ilginç yanı birbirlerine bu kadar yakın olmalarına rağmen yaklaşık on dakikadır iletişime geçmemişlerdi. Kaşlarını çattıkça çatan, tahminen elli ya da elli beş yaşında olan turuncu renk paltolu kadın, yanında duran adamı itekleyerek kendini yağmurdan korumayı başarmıştı. Caddenin sonundan koşarak gelen çocuk, tentenin altına girmeye çalışsa da başaramamıştı. Kucağında tuttuğu tepsiyi rögar kapağının hemen bitişiğindeki su birikintisine düşürünce, tepsinin içindeki simitler çil yavrusu gibi caddeye dağıldı; birdenbire ağlamaya başlayan çocuk, elini su birikintisine daldırdı hınçla. Ardından, eline geçirdiği ceviz büyüklüğündeki taşı turuncu paltolu kadına doğru attı.
"Senin yüzünden düşürdüm, senin yüzünden!"
Taş kadını ıskalamıştı. Sinirden deli divane dönmüş olan kadın, tentenin altından hışımla çıktı ve üstü başı sırılsıklam olan çocuğun yakasını avucuyla kavradı sinirle.
"Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Hangi cüretle bana taş atarsın küstah!"
"Kimsenin kimseden üstünlüğü yok hanım abla, ne olurdu yani beni de tentenin altına alsaydınız? Ne olurdu?" derken sesi titriyordu artık.
Küçük çocuğun ağlaması artık cadde boyunca yankılanıp duruyordu; fakat tentenin altındaki kuru kalabalık olanları sadece izlemekle yetiniyordu. Birbirimize yan yana iken yabancılaşmak modern çağımızın vebasıydı sanırım.
Arabanın buğulanmış camını elimle sıvazlayarak, sıkıntıyla nefes verdim. "Mert, şuraya bak."
Aysima'yı kucağında sallayarak susturmaya çalışıyordu, beni duymamıştı. Bakışlarımı küçük çocuktan ayırmadan tekrar bağırdım. "Sana diyorum, duymuyor musun?"
"Efendim hayatım?" deyip sessiz olmam için işaret parmağını dolgun dudaklarına götürdü. "Sessiz ol, zor uyuttum zaten."
"Caddeye doğru bakar mısın?" dedim kısık bir sesle.
Aysima'yı ön koltuğa dikkatlice koydu, ardından gözlerini kısıp buğulu camın ardında belli belirsiz görünen çocuğa bakışlarını sabitledi bir süre.
"Anlamadım? Ne olmuş ki?"
"Az önce turuncu paltolu kadın tarafından hırpalandı çocukcağız. Ayrıca çok ıslandı, arabaya çağırsak olur mu?"
"Hemen geliyorum hayatım, sen Aysima'ya bak, düşmesin." dedi ve torpidoyu yavaşça açıp şemsiyeyi aldı. Üzerine de kapüşonunu giydi. Arabadan çıkıp caddenin ortasında hüngür hüngür ağlayan çocuğun yanına gitti. Şemsiyeyi küçük çocuğa tuttu. Onları arabanın camından izliyordum. Ardından, kapüşonunu çıkartıp bir çırpıda çocuğa giydirdiğinde, yüzümü ele geçiren gülümseme ile derin bir nefes aldım. Mert, mükemmel kelimesinin vücut bulmuş haliydi. Onu sevmek, ılık nefesini her sabah uyandığımda boynumda hissetmek, ela gözlerine özgürce bakabilmek, tenini hissetmek ve en önemlisi onu yaşamak bu hayatta sahip olduğum en güzel şeylerdi...
"Hayatım kapıyı açar mısın?"
Arabanın camının tıklanması ise daldığım hülyalardan ayrılarak gülümsedim ve usulca kapıyı açtım. Arka koltuğa, yani yanıma oturan çocuk avuçlarını birbirine sürterek ısınmaya çalışıyor, Mert'in ön koltuktan uzattığı havluyla yüzünü, saçlarını ve ellerini kuruluyordu. Kenara doğru kaydım ve bakışlarımı çocukta gezdirdim bir süre. İri bal rengi gözlerini gözlerime minnetle dikerek hafifçe gülümsedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PARANOYAK (BİTTİ)
General Fiction"Aslında bakarsan etrafındaki çoğu insan kimsesiz ve terk edilmiş. Sen her ilkbaharda çiçeklerle bezenen ağaçların, her sonbaharda acımasızca terk edilmediğini mi sanıyorsun? İnsanoğlu bile o çok sevdiği fani dünyayı terk edecek, bu dünyaya alışman...