Her insanın hayatında ‘Lütfen artık bu acı bitsin’ zamanları, derin kabuslu, sonsuzluk yutmuş geceleri olmuştur değil mi?
Evet kabul; kimi zaman sık sık ziyaret ederken, kimi zaman seyrekliğiyle göz kamaştırabilir bu zamanlar.Evde yalnız başımızayken ve kendimizi huzurlu bir uykuya teslim etmeye hazırlamışken keskin bir acıyla ağzımıza yayılan bir diş ağrısı gibidir.Geceyi ve uykuyu bize zehir edeceğini müjdelercesine berrak ve nettir.
İlk olarak; yatakta doğrulur ve acının geçmesini umarak elinizi sertçe acıya bastırır, dinmesini bekleriz.Ama gerçek şudur ki; ne kadar zaman geçerse geçsin acı geçmez, biraz olsun asla hafiflemez.
Dinmeyen acının verdiği panikle oturduğumuz yerden kalkar evde tek başımıza olup korkmayı, karanlıkta ayaklarımızın parkede bıraktığı ürkütücü seslerle gezmeyi göze alarak diğer odalara göz atmaya gideriz.Aklımızda yalnızca herhangi birinden yardım istemek, bu göz yakıcı acının biran önce dindirilmesini istemek vardır.
İlk kapı açılır, ardında rahatsız edici bir sessizlik bırakarak usulca kapanır.
İkinci kapı açılır, hissettiğimiz acı, öfke ve korku duygularının karmaşıklığıyla göz yaşlarımıza hakim olamayarak gördüğümüz bulanık boşluk kapı tokmağını zarifçe tutar, yüzümüze acıyarak bakıp son umudumuzu da yokluğa boğarak kapıyı kapatır.
İşte tam o anda, zemin etrafımızda dönmeye başlar, mat ve isten hafifçe grileşmiş tavan usulca renkli duvarlarla yer değiştirir.
Buna ne ani başlayan ve gecemizi zehir eden bir diş ağrısı demek yakışır, ne de yüksek derece bir klostrofobi.
Bu katıksız bir yalnızlıktır.
Yüreğimizi yırtarcasına içimize oturan, çaresizlikle elimizi uzatıp kimseyi bulamamamızdır.
Babamızın yerin metrelerce altında, ciğerlerimiz gibi yanan bir maden ocağının ortasında ebediyete bırakıldığını, bir daha beyaz taşlar altında bile olsa onu asla göremeyeceğinizi anlamamızdır.
Ardında bıraktığı yoğun ve bunaltıcı bir sisle bizim de her bir kısık nefesle yavaşça sararıp solmamızdır.
Ne çaresi vardır bunun, ne de acısını biraz olsun azaltabilecek doğaüstü bir merhemi.
İşte tam olarak o an, yedi yaşımda, daha dünyaya yeni yeni uyanmaya başlamışken hissettiklerim karşımdaki tabloya bakarken hissettiklerimle o kadar aynı, o kadar benzerdi ki bu ister istemez nefesimi kesiyor, tenimin milimetrelerce altında sinir uçlarımın tek tek kopartılıyormuş gibi hissetmesini sağlıyordu.
Her bir nefesimin boğazımdan aşağı alev alarak ciğerlerime varması, her bir yürek burkan bakışın beni biraz daha yerime sindirmesi gibiydi bu.
Bu acı ellerinizi titretiyor, bakışlarınıza ara ara ağır, siyah bir perde indiriyor ve tüm bu olanlara karşın sizi ayakta hal bırakmayacak bir yorgunlukla bırakabiliyordu.
Bunun yaşı, cinsiyeti, dini veya ırkı yoktu.Kendinizi yalnızlığa bulanmış, her bir adımla su üstünde biraz daha boğuluyormuş gibi hissetmenizin sizi diğer insanlar ayıran farklı bir özelliği emin olun yoktu.
Eskiden yaptığım ve bana her şeyin düzelebileceğini simgeleyen hareketimi yapmak, dizlerimi çeneme kadar çekerek ellerimle kulaklarımı tıkamak istedim.Kaderi, geçmişi veya geleceği umursamadan o an orada yok olmak, maddi veya manevi olarak bir daha asla doğmayarak ebediyete çekilmek bir zamanlar bedenimin dilediği tek şeydi.
İnsanlar değişir, güvendikleri gemileri yavaşça su alır veya ince mimarileri tek bir sarsıntıyla yıkılır.
Her ne kadar anlık bir özgüven ve yıkılmaz gibi görünen bir kararlılıkla içeri girsem de bakışlarım karşı duvarı süsleyen büyük gri çerçeveyle birleşince hepsi yerle bir olmuş, hiçbirinin benim için ufacık bile olsa bir önemi kalmamıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BESNA
ChickLit"Burs" Fransızca kökenli, 4 harfli ve dilimize yakın yıllarda girmiş yabancı bir kelime. Ne kadar masum ve basit duruyor değil mi? Ama şöyle bir sorunumuz var ki, eğer bu kelimeyi basite indirger 'aman be ne varmış bir burst...