10. Bölüm

7 1 0
                                    

İşte şimdi korkuyordum. Kralın adamları peşimizdeydiler. Köydeki insanlar bizi tanımış ve kralın adamlarına haber vermişlerdi. At o kadar hızlı koşuyordu ki bir an uçup havalanacak zannettim. Toplam dört kişi peşimizdeydi. Nasıl kurtulacaktık kim bilir?

Archie araziyi ve çeveyi tanımasa  da ortama ayak uydurabiliyor ve nereden sapabileceğini biliyordu. Sonra mucizemiz belirdi. Yolun ortasında bir grup insan kılıçlar ve nice silahla büyük bir karmaşa içinde savaşıyordu. Sayıları elli kişi kadardı. Toz dumana girmişti. 

'TAM ZAMANI!' dedim Archie'ye bağırarak.

Ata bir daha yüklendi ve at hızlandı. Tozun dumanın içinden geçtik ve hızlıca ara sapaktan aşağı doğru ilerledik. Başarmıştık. Onları atlatmayı başarmıştık. Şans yüzümüze gülmüştü ve bir daha güleceğinden şüphelenmeye başlamıştım. 'Acaba bu da gücümün bir parçası mı yoksa evren bana yardım mı ediyor?' diye düşünmeden kendimi alamadım.

Gerçekten onlardan kurtulduğumuzdan emin olduktan sonra izlerimizi yok ederek ilerlemeye başladık. Aynı zamanda tanınmamak için -özellikle ben turuncu bir saç ve yeşil gözler tam bir hedef tahtasıydım- yüzlerimize peçe tarzında şeyler takıyorduk.


                                                                                       ***

İki gün sonra ancak varabildiğimiz Montgomery Dağı'nın eteklerindeydik şimdi. Ruhen ve bedenen çok yorulmuştuk. Ne uzun sohbetler yapabiliyor ne de şakalaşabiliyorduk. Geceleri ise birbirimize sarılarak uyuyorduk çünkü ateş söndükten sonra yapacak bir şey yoktu. Dağın eteklerine geldiğimiz zaman geceydi ve Archie bu gece dinlenip sabah  çevreyi araştırıp sonra yola devam etmemizin daha iyi olacağını söylemişti. Zaten yorgun olduğumdan sesimi çıkartmamıştım. O gece uyurken birden uyandım. Sanki birisi bana sesleniyordu. İnce ve melodik bir ses. Huzur verici ve dinlendirici. Archie'yi uyandırmamaya çalışarak sessizce kalktım. Kolları bana dolanmıştı. Sese doğru ilerledim ve onu takip ettim. Her adım atışımda biraz daha yukarı çıkıyordum. Bir an sonra etrafıma baktığımda ses gitmişti ve gözlerime inanamadım. Dağın tepesindeyim. Bu nasıl olabilirdi? Hiçbir şekilde yorulmadan nasıl çıkabilmiştim. Ayrıca dağ çok yüksekti. Ben sorularıma cevap bulamadan küçük küçük mavi ışıklar belirdi etrafımda ve beni kuşattılar. Sonra bu ışıklar büyüdü ve tek bir ışık kümesi haline geldi. Gözlerimi kısmak zorunda kaldım. Ancak sonra açtığımda dağ yoktu. Her şey gitmişti sadece sonsuz boşluk vardı. Korkuyordum. Sonra birden şekiller netleşmeye ve bir orman görüntüsünü almaya başadı. O ses yeniden bana seslendi ve sesin sahibini artık görüyordum: saçları ayaklarına değecek kadar uzun ve mavi renkliydi. Gözleri büyük ve simsiyahtı. Uzun -ve yine mavi- bir elbise giyiyordu. Birden konuşmaya başadı:

'Size yol göstermek için buradayım leydim. Ben Naryssa ve hizmetinizdeyim.'

'Bunlar gerçek mi yoksa aklım benimle oyun mu oynuyor?' dedim ürkekçe.

'Elbette, burası krallığınızın yani gerçek evinizin bir şehri. Burası Lucent. Parıldayan şehir olarak da bilinir. Burada yaşayan her şey parıldar. Bunu size borçluyuz. Aslında hayatlarımız da dahil. Siz olmasaydınız Ouroboros halkımızı katledecekti.' dedi teşekkür edercesine.

'Aslında bunu ben yapmadım ben varisim yani benim atalarım sizi kurtardı. Ancak bize yardım edip yol gösterirseniz mükafaatını alacaksınız.' dedim.

'Zaten size yol göstermek için geldik. Yuvanıza kavuşmanız ve özünüze dönmeniz gerek yoksa Ouroboros geri dönebilir.'

'Ouroboros gerçek mi?' dedim şaşkınlık içerisinde. Çünkü bu adı biliyordum. Masaldaki Anka Kuşu'nun en büyük düşmanıydı. Ancak bu sorum üzerine Naryssa bana 'Ne?' dermiş gibi bakıyordu. Sonra düzelterek:

'Yani tabiki biliyorum onun kim olduğunu baş düşmanım ama o bu dünyada mı?'

'Öyle olduğu söyleniyor ancak izine rastlanılamadı. Kimliğini gizliyor.' dedi hayalkırıklığı içerisinde.

'Peki biz yolumuzu nasıl bulacağız?' dedim.

'Merak etmeyin leydim biz daima yanınızda olacağız ne zaman bir engelle veya çıkmazla karşılaştığınızda gücümüz sizinle birlikte olacak.' dedi ve bir kolyeyi bana uzattı. Kolye altındandı ve ortasında alev simgesi vardı. 

'Bu kolye ait olduğunuz yerden ve içinde onun ruhu ve enerjisi gizli. Bunu takın ve çıkarmayın. '

'Ruhu derken neyi kastediyorsun? Bir yerin nasıl bir ruhu olabilir?'

'Zamanımız daralıyor. Her şey sona erdiğinde daha iyi anlayacaksınız. Kendinize ve yapabileceklerinize inanın. Görüşmek üzere leydim.' dedi ve gözden kayboldu. Kaybolmasıyla kendimi dağın tepesinde değil de Archie'nin yanında buldum. Bir an inanamadım ve bunların bir rüya olduğunu zannettim. Ancak boynumda kolyenin sıcaklığını hissettim.

                                                                                ***



Simurg'un İntikamıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin