Bahar daha yüzünü yeni yeni gösteriyordu. Damlardaki buzdan sarkıtlar eriyip su damlacıklarına dönüşüyor, yerlerdeki karlar da önce çamurlaşıyor; yağan nisan yağmurlarının ardından yolları bir güzel temizlenip eski yüzüne kavuşturuyordu. Doğal haline terk edilmiş yaya kaldırımları çamurdan nasibini fazlasıyla aldığından kurumak için yazın gelişini beklediğinden arnavut taşlı caddede yürümek daha cazipti. Üstünüz başınız daha az çamurla haşır neşir olur, annenizden o oranda azar işitirdiniz. Yegâne asfalt yolumuz şehir merkezinde Vali Konağı ile Hükümet Binası'nın arasıydı (Bununla elli metrelik mesafeyi kastettiğimi 1950-70 yıllarında Çankırı'da bulunanlar anlayacaktır.). Çocukluk yıllarımda bu arnavut kaldırımı yoldaki taşlara seke seke basmayı pek severdim. Yaya yollarını sevememiş, üstelik ürkmüşümdür. Zira bakımsızlık onları çok acımasızlaştırmıştı. Yer yer hendekler, çukurlar, tümsekler; tozdan, topraktan, çamurdan gevşemiş dokusuyla ayağınızı, bacağınızı, dizinizi yakalayıp parçalamaya hazır aç kurt gibi pusuda beklerdi. Ne kadar özen göstersek de mutlaka çocukluğumuzdan kalma bir yaralanma, berelenmenin hatırasını birer madalyon gibi bedenlerimizde taşırdık (Benim dizlerimde bu madalyonlardan fazlasıyla var.).
O sene Gazi İlkokulunda üçüncü sınıf öğrencisiydim. Okuldan tek başıma eve dönerken yolda hoplaya, zıplaya bir taştan diğerine atlar, ıssızlığın sessizliğinden kurtulmak için; her seferinde yol güzergahındki evlere bakar onlarla konuşurdum. Onlar benim yol arkadaşımdı, yalnızlığımı unuttururlardı. Serezlerin evinin önündeydim. Alışkanlık haline getirdiğim günün ilk selamını verdim. Evin büyük hanımının iki geliniyle uyumlu yaşantısı evden taşıp dışarıya yansırken ona eşlik eden temizliğin mis kokulu ferahlatıcı kokusunu hissettiğimde duvarlarda mutluluğun huzuruyla gülerek beni selamladı. Evlerin bulunmadığı büyük boşluğu hızlıca kat ettikten sonra tren ambarına geldim, önüne kamyonlar dizilmiş trenden inen yüklerin kasalarına doldurulmasını bekliyorlar, ya da yükleri trene verilmek üzere indiriyorlardı. Ambarın en az üç tane kocaman kapısı vardı. Malların girişi çıkışı bu kapılardan olurdu. İşleri başından aşkın olduğundan çoğu kez beni de selamımı da fark edemezlerdi. Fark ettikleri zamanlar çok nadirdi, o da kamyonların olmadığı zamanlardaki soluk aldığı süreydi. Yorgun bakışlarıyla "Sana da selam, küçük kız." diye selamımı cevaplardı. Bilirdim bu kadar yorgun olmasa suskun kalmayacak görmüş geçirmişliğin zenginliğinde içinde biriktirdiği hikâyelerini bana anlatacak, benimle paylaşacak. Yolun sağdaki bahçeliğin öte yanında yer alan Torlak Şabanların evi sık ağaçlardan pek görülmez, bitişiğindeki benim yaşıtım Sevim Çekicilerin bol ağaçlıklı tek katlı evlerini masallardaki evlere benzetirdim O da bana gülümserdi. Karşılıklı konuşurduk, ama uzak olduğu için sözlerini duyamazdım. Tren yoluna ayrılan yolun başındaki ev, Dişci Kemal Barlas'ın evi, yanında Hasibe'nin anneannesi Hayriye Teyze'nin evi, (Tek katlı bu evi de çok severdim. Hayriye teyzenin bizlere anlattığı saray temalı masallarının kokusu duvarlara sinmiş, her masalın kahramanı duvarlardan bana el sallardı. Kralları, kraliçeleri. Bezirgânları, hatta Ali Baba ve Kırk Haramileri benim gelişimi beklerlerdi), daha da ilerleyince sağda Ayarcıların iki katlı evi, yanında Yavanların evi, yolun karşında Deli Bedriye'nin evi, Üst Katı Nigâr Öğretmen, annesi ve kız kardeşinin yaşadığı ev. Bu evin önünde de hiç eyleşmezdim: Nigâr öğretmen beni görür, yollarda aylak aylak bakındığımı zannedip beni sınıf öğretmenim Hamza Çelebi'ye şikâyet eder diye. Dar sokağın bitişiğinde Asaf'ın evi, yani bizim evimiz.
Tren yoluna ayrılan yolun başında Dişci Kemal Barlas'ın evinin önünden geçiyordum. İki katlı tuğla rengi bu ev aslında çok güzel bir evdi ama panjurları sıkı sıkı kapalı duran alt kat bende dehşet duygusu uyandırırdı. Bu katta Kemal Amca'nın kiracıları yaşıyordu, ama sürekli evde kapalı duran kadıncağızı henüz hiçbirimiz görmemiştik. Bana ürküntü veren evin önünden geçerken çözülen ayakkabı bağımı bağlamak için eğildim. Tam bu esnada burnuma kocaman bir damla düştü Ne oluyor derken bir damla, bir damla daha... Birazdan bastıracak yağmurun habercisi bulutlara bakmak için başımı kaldırdığımda dehşetle irkildim. Gizemli evin bütün panjurları sonuna kadar açılmıştı! Sanki içinde çocukları bir ısırışta yutuverecek kocaman bir dev saklıyordu! İçimde nedenini tam çözemediğim korkuyla, aynı zamanda bastıran yağmurun da etkisiyle var gücümle koşarak buradan uzaklaşmaya başladım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
TOKATLI GELİN
Short Story1950 yılı sonlarında Çankırı'da yaşanmış gerçek bir hikâyedir.