"Buyur, Gürkan."
"Mehmet Amca, müsait misin bu akşamüstü?"
"Hayırdır, bir problem mi var? Yoksa sadece vakt-i kerahat mi geldi?"
"Problem az ama büyük... Vakt-i kerahat..."
"Beş on dakikaya oradayım."
Gürkan, telefonu kapattığında acıyla gülümsedi. Mehmet Amca'yı bu yüzden çok seviyordu. Kendisine hem bir baba hem bir dost olabildiği için... Bütün hayatını bilen ve ona her adımında yürümesi gerektiğini hatırlatan tek insandı. Hüzünlerini de mutluluklarını da aynı meyhane masasında paylaşan tek kişi...
Elindeki telefonu yanındaki koltuğa fırlattı ve kemerini taktıktan sonra direksiyonu sıkıca kavradı. Parmak boğumları bembeyaz kesilene kadar sıktı. İçindeki fırtınayı gözlerine yansıtmamak için derin bir nefes aldı, yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirdi. Zeytin yeşili gözleri, dikiz aynasından arka koltukta solmakta olan pembe karanfillere takıldı. Buruk bir tat kondu diline, karanfillerle solmakta olan aşkı kadar hazin. Gözlerim gözlerinin içinde kalsın lütfen.
Eli, radyoya uzandı arabayı henüz yola sokarken. Tam açacağı sırada vazgeçti. Her bir yolun ona çıkmasından nefret ediyordu. Bir şarkı çalacak, ya onların şarkısı olacak ya da onu hatırlatan bir sözü var olacaktı. Ondan nasıl vazgeçecekse, şarkılardan da vazgeçecekti. Vazgeç gönül, vazgeç sesini duyan yok.
Boynundaki kravat daha da daraltıyor, adeta bir halata dönüşüyordu. Bir hışımla çıkarıp onu da fırlattı koltuğa. Sahi, neden üzüntüler de sökülüp atılamıyordu? Yüreğini söküp atmalıydı, belki camdan dışarı fırlatırdı? Yeterince yanmıştı canı zaten, kaç araba üstünden geçse de daha fazla parçalanamazdı o kalp. Ne inat ne gözü kara ne dayanıklı yürek, acıyor aynı yerden her şeye rağmen.
Düşünceler beynini kemiriyordu. Ne ara birini bu denli sevmiş de ne zaman vazgeçmek zorunda kalmıştı? Canını bu kadar acıtacak bir kadını nasıl sahiplenmişti böylesine? Gidişi çok mu yakmıştı canını? Yakmaması lazımdı, gideceğini zaten aylardır bilmiyor muydu? İnkâr etmek işine geliyordu. Bildiğimiz çoğu şeyden kaçmayı tercih ederiz çünkü onların bizi üzeceğinin farkındayızdır. Kaçış da bir yere kadar...
Meyhaneye gelene kadar ne kadar vakit geçmişti, neleri düşünmüştü farkında bile değildi. Farkında olabilmesi için aklının yerinde olması gerekirdi. Oysa aklını da kalbini de bırakıp geçmişti yollardan. Gittiği sokakta, arkasından baktığı zaman bırakmıştı.
Herkesin yavaş yavaş doldurmaya başladığı ortama ayak bastığı an havanın ağırlığı tüylerini ürpertti. Herkesin acısı kendine, herkesin mutluluğu kendineydi. Bütün duygulara sahip çıkan en samimi ortamsa burasıydı.
Cam kenarında denize bakan küçük masaya doğru ilerledi. Mehmet Amca'ya selam vermeye bile mecali yoktu. O da bunun farkına varmış, hafif bir tebessüm etmişti. Tebessümünde nelerin saklı olduğu bilinmez, bütün sırlara kilit vururdu.
"Çok mu mühim bir mesele evlat?" Altmış beşini çoktan geçmiş adam, sadece selamı böyle vermek istemişti. Yoksa konunun ehemmiyetinin farkındaydı. Onca tecrübe boşa mıydı ya? İnsanı gözünden tanırdı o!
"Mehlika!" Gürkan'ın dudaklarından yalnızca onun adı döküldü, gözünden bir damla yaşla birlikte. Zaten mühim olan da oydu, mesele olan da! Yalnızca adı bile nasıl bu kadar acıtabilirdi ki? Erkekler ağlamaz sil gözyaşını.
"Ne oldu, kavga mı ettiniz?" Parmakları uzamaya başlamış gri sakallarında gezinirken arkasına yaslandı. Şimdi alabildiğine rahattı, ilerleyen saatlerde biliyordu neler olacağını. Az çok kestirebiliyordu çocuğun halini. Akan gözyaşlarını silmeye çalışıp kendini gizlemek istemesinden belliydi durumu. Anlatacaklarını sabırla dinleyecek, yine yol gösterecekti elbet. Vahim! Kavga falan değildi bu, nasıl da farkındaydı da soru sormadan konuşmayacağını anlamıştı. Birkaç kadehten sonra çözülürdü dili. Zorlamadı. Gözyaşların seni sen yapıyor, erkekler de ağlar kardeşim silme yaşını.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Aslan Sütü Karanfil
Short Story"Söyle neden bu vazgeçiş, Ne oldu ümitlerine, Bu ne keder bu ne iç çekiş?" -Kısa Hikâye-