kayalığın hemen önünde miydim yoksa çoktan ötesine geçmiş
miydim, bunları açığa çıkarmak için duyduğum gecikmiş merak,
yalnızca bu, yalnızca bu."
O anda geminin kıç tarafından, akşam yemeğini haber veren
gong duyuldu.
Neredeyse iki saat laflamış olmalıydık; Dr. B. her şeyi burada
özetlediğimden çok daha ayrıntılı anlatmıştı bana. Ona candan
teşekkür ettim ve yanından ayrıldım. Ama daha güvertenin öbür
ucuna varmamıştım ki, arkamdan geldi ve gözle görülür bir
sinirle, hatta biraz da kekeleyerek ekledi:
"Bir şey daha! Beylere önceden bildirin ki, sonra terbiyesizlik
ediyor gibi görünmeyeyim; yalnızca tek bir oyun oynarım... eski
bir hesabın altına konan bitiş çizgisinden başka bir şey
olmayacak bu, kesin bir bitiriş; yeni bir başlangıç değil... Geriye
dönüp baktığımda yalnızca dehşetle anımsadığım bu tutkulu,
ateşli oyuna ikinci kez kapılmak istemiyorum... üstelik... üstelik o
zaman doktor da uyardı beni... kesin bir dille uyardı. Ruhsal bir
hastalık geçiren herkes hep tehlike altındadır, hele satranç
zehirlenmesi geçirdiyse tümüyle iyileşmiş de olsa satranç
tahtasına yaklaşmaması iyi olur... Anlaya cağınız, yalnızca
kendim için bir deneme oyunu oynayacağım, o kadar."
Ertesi sabah tam kararlaştırılan saatte, üçte sigara salonunda
toplanmıştık.
Saray oyununun iki seveni daha katılmıştı aramıza, turnuvayı
izleyebilmek için güvertedeki görevlerinden izin alan iki gemi
subayı. Czentovic de önceki günkü gibi bekletmedi, zorunlu renk
seçiminden sonra bu anlaşılması güç insanın ünlü dünya
şampiyonu karşısındaki unutulmaz oyunu başladı. Yalnızca
bizim gibi tümüyle yetersiz izleyicilerin karşısında oynandığına
ve müzik dünyasının Beethoven'in piyano doğaçlamalarından
yoksun kalması gibi, satranç yıllıklarının da bu oyundan yoksun kaldığına üzülüyorum. Gerçi bunu izleyen öğleden sonraları hep
birlikte oyunu belleğimizden çıkarıp yeniden oluşturmaya
çalıştık, ama boşuna; büyük olasılıkla hepimiz oyun sırasında
oyunu izlemek yerine oyunculardan gözümüzü alamamıştık.
Çünkü her iki rakibin yaratılışlarındaki tinsel karşıtlık, oyun
ilerledikçe giderek daha somut olarak ortaya çıktı. İşin ustası
Czentovic bütün oyun boyunca bir kaya gibi kıpırdamadan
durdu, donuk gözlerini satranç tahtasından ayırmadı; onun için
düşünmek, bütün organlarının en yüksek düzeyde çalışmasını
gerektiren fiziksel bir zorlanmaydı sanki. Buna karşın Dr. B.'nin
devinimleri son derece rahat ve kayıtsızdı. Sözcüğün tam
anlamıyla bir amatör olarak yalnızca oyunun keyfini çıkarırken
kendini hiç sıkmıyordu, ilk verilen aralarda bize açıklamalar
yaptı; sakin sakin bir sigara yakıyor ve sıra ona geldiğinde, bir
dakika dosdoğru tahtaya bakıyordu. Her seferinde rakibinin
hamlesini önceden bekliyor gibiydi.
Zorunlu açılış hamleleri oldukça hızlı geçti. Ancak yedinci ya
da sekizinci hamlede belirli bir plan gelişmeye başlar gibi oldu.
Czentovic düşünme sürelerini uzattı; oyunu almak için asıl
savaşın daha yeni başladığını hissettik bunu görünce. Ama
doğrusunu söylemek gerekirse, her gerçek turnuva oyununda
olduğu gibi durumun yavaş yavaş gelişmesi biz acemileri epey
düş kırıklığına uğrattı. Çünkü taşlar iç içe girip tuhaf bir desen
oluşturdukça, oyunun durumu bizim için giderek içinden çıkılmaz
oluyordu. Ne bir rakibin ne de ötekinin amaçladığı şeyi ve
hangisinin avantajlı olduğunu anlayamıyorduk.
Düşman saldırısını savuşturmak için taşların bir oraya bir
buraya gidip geldiğini ayrımsıyorduk yalnızca, ama bu üstün
oyuncular her devinimi birkaç hamle ilerisini hesaplayarak
yaptıkları için bu gidiş gelişteki stratejik amacı kavrayamıyorduk.
Temelde Czentovic'in sonu gelmeyen düşünme sürelerinin yol
açtığı ağır bir yorgunluk da eklendi buna yavaş yavaş;
dostumuzu da gözle görülür biçimde sinirlendirmeye başladı
Czentovic'in böyle yapması. Oyun uzadıkça Dr. B.'nin giderek
daha huzursuzca koltuğunda kıpırdanışını kaygıyla izledim,
bazen sinirden art arda sigara yakıyordu, bazen de bazı notlar
almak için kurşunkaleme uzanıyordu. Sonra yine bir soda
ısmarladı ve bardakları birbiri ardına yuvarladı; değişik bileşimler
düşünmede Czentovic'ten yüz kat daha hızlı olduğu belliydi. Her
seferinde Czentovic sonu gelmez bir düşünmeden sonra karar
verip ağır eliyle bir taşı ileri sürdüğünde, dostumuz uzun
zamandır beklediği bir şeyin olduğunu gören biri gibi gülümseyip
hemen karşılık veriyordu. Hızlı çalışan zekâsıyla rakibinin bütün
olasılıklarını kafasında önceden hesaplamış olsa gerekti; bu
nedenle Czentovic'in karar vermesi uzadıkça, Dr. B.'nin
sabırsızlığı artıyordu ve beklerken dudaklarının çevresinde sinirli
ve neredeyse düşmanca bir çizgi beliriyordu. Ama Czentovic
kesinlikle elini çabuk tutmuyordu. İnatla ve sessizce düşünüyor
ve tahta taşlardan temizlendikçe daha uzun düşünme arası
veriyordu.
Kırk ikinci hamlede, tam bir buçuk saat sonra, hepimiz turnuva
masasının çevresinde bezgin ve neredeyse ilgisiz oturuyorduk.
Gemi subaylarından biri çoktan gitmişti, başka birisi eline bir
kitap almış, yalnızca bir taş yer değiştirirken bir an için başını
kaldırıp bakıyordu. Derken Czentovic'in bir hamlesi sırasında
beklenmedik bir şey oldu. Dr. B., Czentovic'in ata uzandığını
görünce, sıçramak üzere olan bir kedi gibi büzüldü. Bütün
bedeni titremeye başladı ve Czentovic atı oynar oynamaz, veziri
sertçe ileri sürdü, zafer kazanmış gibi, "İşte! Tamamdır!" diye
bağırdı, geriye yaslandı, kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu
ve meydan okuyan bakışlarını Czentovic'e dikti. Ansızın göz
bebeğinde bir ışık parladı. Zafer kazanmış gibi bildirdiği bu
hamleyi anlamak için, elimizde olmadan tahtanın üzeri ne
eğildik. İlk bakışta doğrudan bir gözdağı görülmüyordu. Demek
ki dostumuz bu hamlenin gelişiminden söz ediyordu, biz iyi
düşünemeyen acemiler de bunun ne olduğunu kestiremedik. Aramızda o meydan okuma karşısında kılı bile kıpırdamamış tek
kişi Czentovic'ti; o kadar kayıtsız oturuyordu ki, sanki o
gücendirici 'Tamamdır' sözünü duymamıştı. Hiçbir şey olmadı.
Hamle süresini tutmak için masaya bir saat konmuştu, elimizde
olmadan soluğumuzu tuttuğumuz için, bir an saatin tik taklarını
duyduk. Üç dakika oldu, yedi dakika, sekiz dakika; Czentovic
kıpırdamıyordu, ama içsel bir zorlanma yüzünden kabarık burun
delikleri daha da genişlemiş gibi geldi bana. Bu suskun bekleme
bize olduğu kadar dostumuza da dayanılmaz gelmişti anlaşılan.
Şöyle bir silkinip aniden ayağa kalktı ve sigara salonunda bir
aşağı bir yukarı gidip gelmeye başladı, önce ağır ağır, sonra
daha hızlı, giderek daha hızlı. Hepimiz onu şaşkın şaşkın
izliyorduk, ama ben herkesten daha kaygılıydım, çünkü bu gidiş
gelişin bütün şiddetine karşın adımlarının hep aynı düzlemi
katettiğini ayrımsadım; sanki her seferinde odanın ortasındaki
görünmez bir dolaba çarpıyordu, bu da dönmesini
gerektiriyordu. Ve bu bilinçsizce gidiş gelişin bir zamanlar
hücresinde yaptığı şey olduğunu anladım ürpererek: Tutuklu
kaldığı aylar boyunca kafese kapatılmış bir hayvan gibi böyle bir
aşağı bir yukarı gidip gelmiş olmalıydı, böyle elleri kenetlenmiş
ve omuzları kısılmış; orada binlerce kez işte böyle bir aşağı bir
yukarı gidip gelmiş olmalıydı, donuk ama ateşli bakışlarında
çılgınlığın kızıl ışıkları yanarak.
Ama düşünme yeteneğini daha yitirmemiş gibiydi, çünkü
Czentovic'in bu arada karar verip vermediğine bakmak için
zaman zaman sabırsızca masaya dönüyordu. Ama dokuz
dakika, on dakika oldu.
Derken en sonunda hiçbirimizin beklemediği bir şey oldu.
Czentovic, o âna dek kıpırdamadan masada duran ağır elini
yavaşça kaldırdı. Kararını görmek için hepimiz heyecanla baktık.
Ama Czentovic hamle yapmadı, elinin tersiyle kararlı bir biçimde
bütün taşları yavaşça tahtadan itti. Neden sonra anladık:
Czentovic oyundan çekilmişti. Gözümüzün önünde mat olmamak için teslim olmuştu. Olanaksız olan gerçekleşmişti,
dünya şampiyonu, sayısız turnuvanın birincisi, yirmi yirmi beş
yıldır satranç tahtasına elini sürmemiş, tanınmamış bir adamın
karşısında havlu atmıştı. Adı sanı duyulmamış, kim olduğu
bilinmeyen dostumuz yeryüzünün en güçlü satranç oyuncusunu
herkesin ortasında yenmişti!
O heyecanla farkında olmadan art arda ayağa kalkmışız.
Sevincimizdeki ürkek havayı dağıtmak için birşeyler söylememiz
ya da yapmamız gerektiğini hissediyorduk hepimiz.
Kıpırdamadan sakin sakin oturan tek kişi Czentovic'ti.
Ancak uzunca bir suskunluktan sonra başını kaldırdı ve
dostumuzu taş gibi sert bakışlarla süzdü.
"Bir oyun daha?" diye sordu.
"Elbette," diye yanıtladı Dr. B. hoşuma gitmeyen bir heyecanla
ve bir oyunla yetinmesi konusunda onu uyarmama fırsat
bırakmadan hemen yerine oturdu ve ateşli bir aceleyle taşları
yeniden dizmeye başladı. Öyle heyecanla yerleştiriyordu ki
onları, iki kez piyadelerden biri titreyen parmaklarının arasından
kayıp yere düştü; doğal olmayan heyecanı karşısında duyduğum
sıkıntı bir çeşit korkuya dönüştü. Çünkü önceleri o kadar sessiz
ve sakin olan adamın üzerine gözle görülür biçimde aşırı bir
heyecan gelmişti; ağzının kenarı giderek daha sık seğiriyordu ve
bedeni nöbet geçiriyor gibi titriyordu.
"Sakın!" diye usulca fısıldadım ona. "Sakın ha! Bugünlük bu
kadar yeter! Kendinizi fazla zorlamayın."
"Zorlamak mı! Ha!" diye kahkahalarla ve kötü kötü güldü.
"Böyle tembellik yapacağıma, on yedi oyun oynayabilirdim bu
arada! Bu tempoda ancak uyuyakalmamak için zorlanırım! Evet!
Başlayın artık!" Son sözleri kızgın, neredeyse kaba bir ses tonuyla söylemişti
Czentovic'e. O ise Dr. B.'ye hiç istifini bozmadan baktı, ama taş
gibi sert bakışları sıkılmış bir yumruk gibiydi. Bir anda iki oyuncu
arasında yeni bir şey oluştu; tehlikeli bir gerilim, tutkulu bir
nefret. Yeteneklerini oyunlarıyla birbirleri üzerinde denemek
isteyen iki rakip değillerdi artık, birbirlerini yok etmeye yeminli iki
düşmandılar. Czentovic ilk hamleyi yapmadan önce uzun süre
duraksadı, ben de bilerek bu kadar uzun süre duraksadığı
duygusuna kapıldım. Belli ki bu eğitimli taktık oyuncusu, yavaş
oynayarak rakibini yoracağını ve sinirlendireceğini çoktan
öğrenmişti. Böylece bütün açılışların en normalini, en basitini
yapmadan önce en az dört dakika zaman geçirdi, yaptığı da
piyadeyi alışıldığı gibi iki kare , öne sürmekti. Dostumuz hemen
piyadesini onun karşısına dikti, ama Czentovic yine sonu
gelmez, dayanması zor bir ara verdi; şiddetli bir şimşeğin
çakması ve insanın yüreği küt küt atarak yıldırımı beklemesi
gibiydi, ama yıldırım bir türlü düşmek bilmiyordu. Czentovic
kıpırdamıyordu. Sessizce, ağır ağır düşünüyordu, bunu sinsice
yaptığından giderek daha çok emin oluyordum; ama böyle
yaparak Dr. B.'yi gözleyebilmem için bana bol bol zaman vermiş
oluyordu. Dr. B. üçüncü bardak suyu mideye indirmişti bile; bana
hücredeki ateşli susuzluğundan söz edişini anımsadım ister
istemez. Normal olmayan bir heyecanın bütün belirtileri belirgin
bir biçimde ortaya çıkıyordu; alnının terlediğini ve elindeki yara
izinin kızarıp derinleştiğini gördüm. Ama hâlâ kendini
kaybetmemişti. Ancak dördüncü hamlede Czentovic yine sonu
gelmez bir düşünme arası verince, sabrı taştı ve birden ona
çıkıştı:
"Eee, oynayın artık!"
Czentovic soğuk soğuk baktı. "Bildiğim kadarıyla hamle
süresinin on dakika olmasını kararlaştırdık. İlke olarak daha kısa
sürede oynamam." Dr. B. dudağını ısırdı; masanın altında ayağının giderek daha
sıkıntıyla yere vurduğunu ayrımsadım ve saçma bir şey
yapacağı duygusuna kapılarak daha da kaygılandım. Gerçekten
de sekizinci hamlede yeni bir olay oldu. Beklerken kendini yavaş
yavaş kaybeden Dr. B., yaşadığı gerilimi daha fazla gizleyemedi;
ileri geri sallanmaya ve parmaklarını bilinçsizce masaya
vurmaya başladı.
Czentovic ağır, köylü kafasını bir daha kaldırdı.
"Masaya vurmamanızı rica edebilir miyim? Beni rahatsız
ediyor. Böyle oynayamam."
"Ha!" diye kısaca güldü Dr. B. "Belli oluyor."
Czentovic'in alnı kızardı. "Ne demek istiyorsunuz?" diye sertçe
sordu.
Dr. B.'den kısa ve sinsi bir gülüş daha geldi. "Hiçbir şey. Belli ki
çok sinirlisiniz demek istiyorum."
Czentovic sustu ve başını yere eğdi.
Bir sonraki hamlesini ancak yedi dakika sonra yaptı ve oyun
bu ölü gibi tempoda sürüp gitti. Czentovic sanki giderek daha da
taşlaşıyordu; en sonunda bir hamleye karar vermeden önce, hep
düşünme süresinin sonunu bekler oldu ve bir aradan ötekine
geçtikçe dostumuzun davranışları daha da tuhaflaştı. Oyuna hiç
katılmıyormuş da, bambaşka bir şeyle ilgileniyormuş gibi
görünüyordu.
Heyecanla bir aşağı bir yukarı koşturmayı bıraktı ve
kıpırdamadan yerinde oturmaya başladı. Sabit ve neredeyse
delice bakışlarını önündeki boşluğa dikip kendi kendine
durmaksızın anlaşılmaz sözcükler mırıldanıyordu; ya sonu
gelmez bileşimler kurarken kendini kaybediyordu, ya da en çok bundan kuşkulanıyordum bambaşka oyunlar geçiriyordu
kafasından, çünkü her seferinde, Czentovic en sonunda
hamlesini yaptığında, aklı başka yerlerde olan Dr. B.'yi uyarmak
gerekiyordu. O zaman da duruma uyum sağlamak için bir dakika
yetiyordu ona; aslında deliliğin bu soğuk biçimine bürünmüşken
Czentovic'i ve hepimizi unuttuğu kuşkusuna giderek daha çok
kapılıyordum; ve bu çılgınlık aniden şiddetle boşalabilirdi.
Gerçekten de on dokuzuncu hamlede kriz patlak verdi.
Czentovic taşını oynatır oynatmaz, Dr. B. tahtaya doğru düzgün
bakmadan, aniden filini üç kare öne sürdü ve öyle yüksek sesle
bağırdı ki, hepimiz yerimizden sıçradık:
"Şah! Şah mat!"
Özel bir hamle beklentisiyle hemen tahtaya baktık. Ama bir
dakika sonra, hiçbirimizin beklemediği bir şey oldu. Czentovic
başını çok yavaşça kaldırdı ve bakışlarını üzerimizde gezdirdi,
daha önce hiç yapmamıştı bunu. Bir şeyin doya doya tadını
çıkarıyor gibiydi, çünkü dudaklarında yavaş yavaş hoşnut ve
kibirli bir gülümseme belirdi. Bizim daha anlayamadığımız bu
zaferinin tadını sonuna kadar çıkardıktan sonra, yapay bir
kibarlıkla bize döndü.
"Üzgünüm, ama ben şah mat görmüyorum. Acaba beylerden
biri şah mat görüyor mu?"
Tahtaya ve sonra sıkıntıyla Dr. B.'ye baktık. Gerçekten de
Czentovic'in şahının önü bir çocuk bile bunu görebilirdi filin
karşısındaki bir piyadeyle tümüyle tıkanmıştı, yani şah mat söz
konusu olamazdı. Kaygılandık. Dostumuz o heyecan içinde bir
taşı bir kare fazla ileri ya da geri mi kaydırmıştı?
Suskunluğumuz Dr. B.'nin dikkatini çekti, o da tahtaya baktı ve
telaşla kekelemeye başladı:
"Ama şah f7'de olmalı... durduğu yer yanlış, çok yanlış. Yanlış
oynadınız! Bu tahtada her şey çok yanlış duruyor... piyade de
g5'te olmalı, g4'te değil... bu bambaşka bir oyun... Bu..."
Birden durdu. Sertçe kolunu tutmuştum, daha doğrusu kolunu
öyle sert çimdiklemiştim ki, o ateşli çılgınlığı içinde bile bunu
hissetti. Döndü ve uykusunda yürüyen biri gibi baktı bana.
"Ne... istiyorsunuz?"
Yalnızca, "Anımsa!" dedim ve aynı anda parmağını tutup
elindeki yara izine dokundurdum. Karşı koymadan bana uydu,
cam gibi gözleri kan kırmızısı ize takılıp kaldı. Sonra aniden
titremeye başladı ve bütün bedeni sarsıldı.
"Aman Tanrım," diye fısıldadı solgun dudaklarıyla. "Saçma bir
şey söyledim ya da yaptım mı... sonunda yine mi şey oldum?.."
"Hayır," diye fısıldadım usulca. "Ama oyunu hemen
bırakmalısınız, tam zamanı. Doktorun size ne söylediğini
anımsayın!"
Dr. B. silkinip ayağa kalktı. "Düştüğüm aptalca yanılgı için özür
dilerim," dedi o eski kibar sesiyle ve Czentovic'in önünde eğildi.
"Söylediğim şey tam bir saçmalık elbette. Oyun tabii ki sizin."
Sonra bize döndü. "Beylerden de özür dilemem gerek. Ama
benden fazla bir şey beklememeniz konusunda sizi daha baştan
uyarmıştım. Bu rezalet için özür dilerim, bu son satranç
oynayışım olacak."
Eğildi ve onu ilk gördüğümüz zamanki alçak gönüllü ve gizemli
haliyle uzaklaştı. Bu adamın satranç tahtasına neden bir daha
asla elini sürmeyeceğini yalnızca ben biliyordum, bu arada
ötekiler rahatsız edici ve tehlikeli bir şeyle burun buruna
gelmenin verdiği belirsizlik duygusuyla şaşkın bakakaldılar.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SATRANÇ
RandomRastlantı sonucu eline geçidiği bir kitapla satrancın inceliklerini öğrenerek bu oyunu bir tutkuya dönüştüren ve giderek bu tutkusu yüzünden beyin hummasına yakalanan Dr. B.'nin öyküsüdür Yazar STEFAN ZWEİG