1| Kağıda Asılı İki Harf

235 22 29
                                    

Upuzun bir süre sonra yine ve yeniden karşınızdayım. Bölümleri hemen hemen tekrardan yazmaya başlayıp tekrar yayımlama kararı aldım. Bir ara yazma kararından tamamen vazgeçip kitabı silme kararı alsamda hâlâ bana ilham verebilecek şeyler olduğuna inanmak istedim ve herşeyi başa sardım.

Gittiği yere kadar değil döndüğü yere kadar yazacağım.

Bu arada başta Asena diye geçen karakterin ismini Estelya olarak değiştirdim. Kafanız karışmasın.

Siz okurlarımı yazdığım cümlelerin sırtına yüklediğim anlamlar kadar benimsiyorum ve seviyorum. Keyifli okumalar.

01.24 |"Gittiğin değil, döndüğün yere..."

🍃

Zifiri siyahın asaletine bürünen, kederleri örten sema, ihtişamlı hilalin kırık ucuna bağladım ben hayallerimi. Rüzgarla savrulan bir avuç kül gibiler şimdi. Hangi suya düştükleri bile belli değil. Mutluluktan kıvrılan dudakların kıvrımlarına gömüldü gül bahçeleri.

Siyahın esir aldığı mavi, yerini siyaha vermeye hazırlanmıştı. Boğazımı koca bir yumru gibi tıkayan burukluk, bedenimin her zerresine gaddar bir gardiyan gibi kelepçesini geçirmişti. İçimde kurduğum mahkemede vicdanım infaz edilirken ben boğazımdaki yumruya takılıyordum. Sokakta başı boş bir şekilde dolanıyordum. Onlarca sokak gezmiş, onlarca evin önünden geçmiştim, yüzlerce insan görmüş, yüzlerce hayatla göz göze gelmiştim. İki saate yakındır hiç durmadan yürüyordum ama buna rağmen içimde dinmek bilmeyen bir yürüme isteği vardı. Kaldırım taşları inim inim inlemeye başlarken ayaklarımın altında, kulaklarım sessizliğimi pür dikkat dinlemekle meşguldü.

Hiçliğin esir aldığı varlığımın müebbet yemiş, kurtulamayacağını bildiği halde gökyüzünün hayalini kuran bir tutsaktan farksız olduğunu düşündüm. Benim hapishanem dünya, beni kafesleyen parmaklıklarsa insanların dar kafaları ve o kafaların içini kaplayan zifir siyahı bir zift tabakasıydı. Turuncusunu kahveye satan çınar yapraklarının intiharıyla süslenmiş yolda yaprakları tekmeleyerek yürümeye başladım. Yol, en az benim kadar yalnızdı. Zihnimi kemiren, huzurumu iliğine kadar sömüren bu huzursuzluğun sebebini benliğimin en izbe köşelerinde bile yaşıyordum. Samimiyetsizlikle harmanlanmış kahkahalar, makyajla kapatılmaya çalışılan sıfatlar; bir kafese hapsedilmiş, kan yerine katran pompalayan kalplerden ibaret olmuş ve o masum çocuğun temizliği zaptedilmişti, yıllarca rafta duran bir reçel kovanozu misali bir kenara bırakılmış, unutulmuştu. Ancak benim derdim o masum çoçuğun kirlenmesi değildi, benim derdim o çocuğun kalbine saplanan raptiyelerdi, o raptiyelerle çocuğun kalbine tutuşturulan acılardı. Benim derdim o çocuğa ne olduğu değil o çocuğun kim olduğuydu.

O çocuk bendim, bugün ömrümün tozlu sokaklarında uçuşan siyah takvim yaprakları 25 Eylül'ü gösteriyordu. Yarın ailemle birlikte gömdüğüm çocuğun ölüm yıl dönümüydü.

O çocuk bendim, hüzünlü takvim yaprakları arasında sudan korkan bir beden gibi yüzüyordum hatta kim bilir belki de boğuluyordum.

O çocuk bendim, yaşıma inat ruhum çocuk kalmıştı.

O çocuk bendim, Kayra Aras.

Saatlerdir evden çıkmış, şehrin soluk kaldırımlarında bir çiçeğin ezilişine yas tutmuş, yere düşen bir çocuğu kaldırmış, istikbalimi bulutlara danışmıştım. Bir taziye evinin içinden camlara çarpan, duvarları inleten bir feryadı kaburgalarımın ev sahipliği yaptığı kalbimin izbe damarlarında hissetmiştim. Başımı eğmekle yetinmiştim, bir acıya inceden inceden yanmıştım. Acıya boyun eğilir miydi? Acıya kulak tıkanır mıydı?

KALPTEN PARMAK UÇLARINAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin