0.1 - catch me if you can

884 56 23
                                    

1 Eylül

Hawkins kasabasında yeni gün, kuvvetli esintilerle başlamıştı.

Endellion (eski arkadaşları ona kısaca Lion derdi, ya da ikinci ismi Alex'le seslenirlerdi) arabanın arka koltuğuna yayılmış dışarıdaki ağaçları izliyordu. Arabanın içine rahatsız edici bir sessizlik hakimdi. Ne annesi Hester'dan ne de abisi Atlas'tan ses çıkmıyordu.

Lion, Atlas'ın ne kadar sinirli olduğunu anlayabiliyordu. Yaşananlardan sonra, herkesin sükunetini koruyarak bağırıp çağırmaması ya da ağlamaması bir mucizeydi.

Babaları Balthazar'ın onları dolandırdıktan sonra "iş gezisi"ne çıkıp ortadan yok olması ve ailenin bunu tam 1 hafta sonra öğreniyor olmaları hepsinin gururunu incitiyordu.

Lion, küçük evlat olsa da saf değildi. 2 gün önceyi çok net hatırlıyordu. Siyah takım elbiseli adamların evlerindeki eşyaları götürmelerini, annesinin yakarışlarını, iki iri yarı adamın karşı çıktığı için Atlas'ı dövmelerini. Bunca zaman boyunca kapısının deliğinden olan biteni izliyordu. Gözyaşları görüşünü bulanıklaştırsa da anlayabiliyordu. Adamların eşyaları götürmek için arabaya koyduklarını hatırlıyordu.

Hawkins Lab.

Arabanın üstünde yazılı isim, Hawkins Lab'di. Babası artık onlar için mi çalışıyordu, yoksa ailesini sadece onlara satmış mıydı?

Apar topar Atlas'ın kendi çabalarıyla aldığı arabayla, ellerinde kalan üç beş eşyayla (buna giyecek kıyafetler ve Lion'ın bisikleti de dahildi) Hawkins'e gidiyorlardı. Büyükbabasının yanlarına.

Şimdi, Hester ön koltukta elleriyle ağzını kapatarak hıçkırıklarını önlemeye çalışıyordu. En azından deniyordu. Kahverengi gözleri uykusuzluktan ve ağlamaktan kızarmıştı. Omzuna düşen kırmızı saçları dağınıktı.

Atlas gerim gerim gerilmişti. O şerefsizin yüzünü parçalara ayırmak istiyordu. Damarlı elleri direksiyonu sıkı sıkı kavramıştı. Dudakları birbirine kilitlenmiş, kaşları çatılmıştı. Ela gözleri eskisi gibi değildi sanki, aralarında sinirin kırmızılıkları vardı. Şekilsiz uzamış dalgalı kahverengi saçları alnına düşüyordu.

Lion, arka koltukta uzanıyordu. Ayakkabıları yerde, ayaklarını koltuğa uzatmıştı. Son günler onun için çok yorucuydu, düşüncelerden dolayı başı ağrımaya başlamıştı. Üzerindeki kot tulum kırışmıştı, içindeki kırmızı bluz ise fazla inceydi. Battaniyesine biraz daha sarıldı. Arka bagaja bağlanmış bisiklet yüzünden kapak açık bırakılmıştı ve Lion'ın ensesine rüzgar vuruyordu. Açık kahve, kısa saçları rüzgarda dağılıyordu. Yeşil ve gri karışımı gözleri vardı. Diş teli takıyordu.

Camdan dışarıya bakmaya devam etti. Bir sürü ağaç gözünün önünden geçip kayboluyordu. O sırada evleri farketti. Sonunda varmışlardı.

Indianapolis'te doğup büyümüş birisi olarak Lion'a göre Hawkins tam anlamıyla köydü. Aksiyon ve hareket seven Lion, gerçekten burada nasıl yaşayacağını düşünemiyordu.

Araba, sakin ve tek tip evlerin bulunduğu bir mahalleye girip 107 numaralı evin önünde durdu. Burası Büyükbaba Rufus'un eviydi. Küçük bir bahçesi vardı ve bahçede de Toothless'ın kulübesi vardı.

Her şey Lion'ın hatırladığı gibiydi. En son büyükbabasını ziyarete 2 yıl önce gelmişti.

Arabadan indiklerinde evin kapısı açıldı. İşte orada, Büyükbaba Rufus, kot tulumu, oduncu gömleği, asker botları, upuzun beyaz sakalı ve kocaman şapkasıyla birlikte duruyordu. Onlara şefkat dolu bir gülümseme vererek içeri çağırdı.

Things We Lost In The Fire // stranger thingsHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin