Birinci Bölüm

71 6 5
                                    


O kararlı bakışlarını odanın karşı köşesindeki komodinin üzerine kilitlemiş, bir süredir çıkmadığı dağınık yatağında çenesini yasladığı dizlerini göğsüne çekip kollarını bacaklarına sıkı sıkıya sarmış bir halde farkında bile olmadan hafif ama ritmik bir şekilde sallanarak oturuyordu.

Soğuk kış gününün kasvetli griliği odanın tek penceresinden içeri süzülüyor, perdeler açık olduğu halde oda daha soğuk ve loş görünüyordu.

Yatak odası yeterince büyüktü. Pudra rengi duvarlardan birinde siyah-beyaz, eski bir aile fotoğrafı özenli çerçevesiyle eski ama sağlam görünen çift kişilik, pirinç başlı yatağın üzerinde asılı duruyordu. Kiraz ağacından yapılmış üç küçük çekmecesi olan klasik bir aynalı tuvalet masası ve hemen önündeki arkalıksız, aşınmış bej rengi kadife döşemesiyle minik taburesi komodinin hemen yanında duruyordu. Tuvalet masasının üzeri makyaj malzemeleri, renkli ojeler, parfüm, deodorant gibi bir sürü ıvır zıvırla dolup taşıyordu ve tüm bunların üzerine çökmüş kalın toz tabakasından, yerlerin dağınıklığından bu odaya uzun zamandır temizlik anlamında el değmediği ilk bakışta anlaşılıyordu.

Ayça birdenbire sallanmayı bıraktı, hummalı bir şekilde bakmayı sürdürdüğü için yaşaran gözlerini ayırmadan çevik bir hareketle aniden yataktan fırladığı gibi komodine koştu. Kalın dudakları aralanmış, titriyordu. Hızla nefes alıp veriyor, aklı korku ve cesaret arasında gidip geliyordu. Ne yaptığına hâlâ inanamasa da bunu yapmak zorundaydı, başka çare bulamıyordu. Üzerinde yeterince düşünmenin verdiği kararlılıkla elini uzatıp küçük kutuyu kavradı. Çıplak ayakları ahşap zeminin serinliğini hissediyor, vücudu soğuktan kaynaklanmayan bir titremeyle sarsılıyordu.

Kaşlarını çatarak elindeki küçük kutuyla koşar adımlarla mutfağa gitti. Acele ediyordu. Mutfak masasının üzerinde duran sürahiden kendine hemen bir bardak su doldurdu. Masanın üzerine koyduğu küçük kutunun içindeki uyku haplarının tamamını vazgeçebileceği korkusuyla titreyen sağ avucuna boşaltıp gözlerini kapattı ve hepsini düşünmeden ağzına dolduruverdi. O esnada fal taşı gibi açılan gözleri korkusunu ve çaresizliğini yansıtıyordu. Sol elinde tuttuğu bardaktan büyük yudumlar alarak acı bir yüz ifadesiyle hepsini yutmaya çalıştı. Ağzının kenarından taşan su boynundan süzülerek pijamasının açık yakasından içeri doğru akarken parmakları yavaşça açıldı, bardak mutfak masasının üzerine yuvarlandı. Yaptığından duyduğu pişmanlık, utanç ve öfkenin etkisiyle gözyaşlarına boğulurken, ellerini sıkıca yüzüne kapatıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam etti.

Dizlerinin bağı çözülmüştü, yere yığılırken aklından geçen tek bir cümle vardı: "Ne yaptım ben... Ne yaptım ben! Allah'ım, affet beni!"

Bir zamanlar ailesinin gözbebeği, arkadaşlarının gözdesi olan Ayça'nın hayatı başarılarla doluydu, yenilgiyi asla kabul etmez; yaşadığı her hüsranı birer ders çıkarma ve tecrübe edinme yolu olarak görürdü. Fakat henüz yirmi sekiz yaşında olmasına rağmen ikinci kez yenildiğini, dibe vurduğunu hissediyordu. İkinci kez büyük bir pişmanlık duyuyordu.

Anne ve babasının tek çocuğuydu. Fevziye Hanım'la Asım Bey'in evde kavga ettiklerini hiç görmemişti. Evet, her çift gibi birbirlerine bir sebepten kızar ve şaka yollu sataşırlardı, ama hepsi bundan ibaretti.

Babası Asım Bey elektrikçiydi, annesi Fevziye Hanım da ev hanımı. Zengin bir aileden gelmese de Ayça'nın daha küçük bir çocukken bile idealleri ve büyük hedefleri vardı, bunları gerçekleştirmek için ailesinden maddi destek alamayacağının ve çok çalışması gerektiğinin bilincindeydi. Okul yıllarında başarılı bir öğrenciydi, özel dersler almadan yüksek notlarla sınıflarını geçmiş ve ailesinin iftihar kaynağı olmuştu. Üniversitede de akademik başarısını sürdürmüş ve Marmara Üniversitesi'nin İşletme bölümünü ilk on arasında bitirmişti. Yüksek Lisans yapma hevesi, babasının yüksek tansiyon sonucu ani beyin kanamasından hayatını kaybetmesi ve annesinin ciddi bir maddi sıkıntı içine düşmesiyle birlikte yok olup gitmişti. Ayça ne olduğunu anlamadan, acısını yaşayamadan birdenbire kendini iş hayatının içinde bulmuştu. Hırslı, inatçı ve çalışkan kişiliği ona kısa zamanda yöneticilik vasfı kazandırmıştı, istediği konuma ulaşmış ve artık çok para kazanmaya başlamıştı.

Orta boyluydu, balıketi bir vücudu vardı. Gür ve uzun koyu kahverengi saçları beyaz tenine çok yakışıyordu. İri gözlerini annesinden almıştı. Çoğu arkadaşı ona gözleriyle konuşabildiğini söylerdi. Koyu kahverengi gözlerinde hep derin bir ifade olurdu. Bu, iş yaşamında da oldukça işine yarayan bir özellikti. İnsanları etkileme ve ikna etmede çok başarılıydı. Belirgin çene yapısı, hafif çıkık elmacık kemikleri ve kusursuz, ince-uzun burnu ona sert bir hava katıyordu. Güzel, ama ulaşılmaz bir kadın imajına sahipti. İş yaşamında genellikle güler yüzlü, ama otoriter bir tavrı olurdu. Çok çabuk sinirlenir ancak kontrolünü elinden bırakmazdı. Ancak arkadaşlarıyla birlikte olduğunda son derece neşeli, esprili bir kişiliğe bürünürdü.

Yurtiçi ve yurtdışı seyahatlerinin sıklığı yüzünden annesiyle çok fazla bir araya gelemezdi ama onu sık sık telefonla arardı. Babasının ölümü Ayça'yı sarsmış ve annesine olan düşkünlüğü artmıştı. Ama içinde yaşadığı, "Ya annemi de kaybedersem?" endişesini belli etmemeye çalışırdı. Babasının ölümü sebebiyle annesinin üzerine bu kadar düştüğü izlenimi vermek istemiyordu. Ama aslında çocukluğundan beri Tip 1 Diyabet hastası olan annesi için çok endişelenirdi.

Çalan telefonun sesiyle derin düşüncelerinden sıyrıldı. Açmayacaktı. Arayan kişiye ne diyecekti? Yoksa yardım mı istemeliydi? Büyük bir pişmanlıkla kıvranan Ayça'nın zihni o kadar karmakarışıktı ki içinde bulunduğu durumdan nasıl kurtulacağını bilemiyordu. Yardım isteyemezdi. Hayır, yaşamına son vermenin utancıyla, "Beni kurtarın," diyemezdi.

Telefon ısrarla çalmaya devam etti. Ayça yerde doğrulmaya çalıştı. Ağzı kurumaya başlamıştı. Ayağa kalkmayı denedi. Ruhen o kadar yıpranmıştı ki tek isteği oracıkta yatmak ve bir daha açmamak üzere gözlerini kapatmaktı. Yaşama gücünü kaybetmişti. İçinden bir ses, "Kalkmalısın," dedi. Bunu aynı zamanda mırıldanmıştı da. Kendi sesini duymasıyla birlikte düşünceleri arınmaya, zihnini kaplayan sis perdesi dağılmaya, gerçekliğe dönmeye başladı. Gözlerini kısarak kilolu bedenine şöyle bir baktı. Artık nefret ediyordu gördüğünden. Eskiden böyle miydi ya. Ruhu sanki bu güçsüz, aciz bedende kapana kısılmıştı.

"Kimim, ben?" diye sordu kendi kendine. "Hayır, bu ben değilim. Ben olamam. Bu duruma gelmiş olamam." Derin bir hüzne gömüldü. Annesinin o tatlı sesi yankılandı zihninde. İsmini söylüyordu sanki. Ah, onu ne kadar çok özlemişti... Dayanamadı, kapattı gözlerini.

Bir daha çalan telefonun sesi hayallere dalmasına mâni oldu. Sinirlendiğini fark etti; kimdi bu arayan? Bu kadar ısrarla ne istiyordu? Neden ona huzur vermiyorlardı? İçten içe tüm hücreleriyle titremeye başladığını fark etti, dişlerinin takırdamasının önüne geçemiyordu. Mutfağın taş zemininin soğukluğunu hissediyor, buna rağmen kan ter içinde kaldığını, buz gibi terlediğini fark ediyordu. Önceki gün kumaş makasıyla ayna karşısında büyük bir hırsla rastgele kestiği saçları birbirine dolanmış halde yan yatmış, dizlerini göğsüne çekmişti.

Zihninin derinliklerinde bir ses duydu

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

Zihninin derinliklerinde bir ses duydu. "Kalk," diyordu ona. "Kalk, Ayça! Hayatına bir şans daha ver." Son bir gayretle ellerinin üzerinde doğruldu. Mutfak masasının kenarına tutunarak ayağa kalkmayı zor da olsa başardı. Kendi kendine, "Telefonu açmalıyım," diye düşündü. Bitkindi, kendine gayret verip sendeleyerek koridora çıktı. Sokak kapısına yakın yerdeki antika telefonluğun üzerinde duran siyah telefonun ahizesini kaldırdı, ama arayan kişi kapatmıştı. Ahizeyi yerine koyup terlemiş yüzünü ve gözlerini ovuştururken ne yapması gerektiğini düşündü. Zihninde duyduğu ses doğru söylemiş olabilirdi. Şüpheye düştü. Belki de hayatına son bir şans daha verebilirdi. O esnada yerden kalkabildiğine üzülsün mü, sevinsin mi bilemedi. Ama midesindekilerden bir an önce kurtulmalıydı, en azından artık bunu biliyordu. Bu yaptığı son derece aptalcaydı. Böyle korkakça kaçmamalıydı yaşamdan. Yaptığı hatayı düşünerek, "Ama başka çarem kalmamıştı, yapabileceğim bir şey yoktu. Artık dayanamıyorum," diye kendi kendine mazeretler üretmeye çalıştıysa da sonunda kendini toplayıp büyük bir gayretle banyoya gitti.

Umut Ettikçe VarsınHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin