Kırık dökük, tereddütsüz her taşta tıkırdayan minibüsün camından Konya'nın gülü buğday başaklarını izliyorum. Her rüzgâr çarpışında eğilen, ardından dikilip sanki "Kırılmadım, ayaktayım" diyen sayısı meçhul failler gibi buğdaylar. Yolun bitmezliğinden usanmış sabiler, yemenisini onlarca kez yamamış kadınlar, parmakları nasırdan geçilmeyen adamlar ve ben; sapından, toprağından, en mühimi de canından kopan buğday başakları misali küçücük bir minibüsle memleketimizden ayrılıyoruz. Ufalanıp parçalanmaya gidiyoruz.
Sarı fistanını giyinmiş ovaları, her biri mezar tümseklerini andıran dağlar takip ediyor köyden şehre kadar. Öyle yavaş karışıyor ki dağlar ve ovalar birbirine, köyü geçtiğimizi fark etmem zaman alıyor. Sanki köy ve şehir arasına cehaletten mücerret bir set çekildiğini anlamaya diye el alem, bilesiye seyreltilmiş buğdaylar.
Oysa kendimi gürültülü sokakları bir cam ardından seyrederken bile aynı görüyorum. Bilgiye aç bir haris. Sanıyorum şehir de insanın bu isteğini doyuramıyor. Zira bilhassa tanık olduğum şehir denilen ev yığınlarında cehaletin tenime dokunduğunu hissederim. Lâkin İstanbul'u şehir kabul etmiyorum. Orası okunmayı talep eden bir kitap gibi sarıyor fikirlerimi.
İstanbul'a varan şehirlerde bu fikrimden caymamışken orada aradığımı bulmayı ümit ediyorum. Tüm yolculuğumu değişen toprak renklerini seyrederek ve İstanbul'u düşleyerek geçiriyorum. Oranın insanını, kitap kokan kıraathanelerini, bozulmamış ağızlardan çıkan kelamlarını hayale dalıyorum. Bazen gülümsemekten kendimi alamıyorum, içim neşeyle doluyor.
Her yazdığımda adı geçen İstanbul, bir kelam olmaktan çıkıp usul usul toprak oluyor, taş oluyor yoluma. Denizin kokusu burnumu yakıyor ta uzaktan. Anadolu'nun toprak evleri, servi boylu binalara bırakıyor eksik yanlarını. Apartmanlar her bir köşe başında gökyüzüne ulaşmak istercesine bulutlara dayanmış merdivenleri andırıyor. Bizim oralara neden taşra dendiğini anlıyor gibi oluyorum bu kitabın sayfalarını karıştırırken.
Minibüs sarsılarak duruyor sık dükkanların sıra sıra dizildiği dar sokakta. "Alın size İstanbul!" diyor bağırarak şoför. Başı koltuğun kenarından sarkarak uyuyan çocuklar teker teker uyanıyor, analar bohçalarını omuzluyor, iri yarı adamlar minibüsün üstünden yüklerini indirmek için iniyor.
Bense oturduğum pencere kenarında herkesin inmesini bekliyor, İstanbul fikrine kendimi biraz daha alıştırıyorum. Hayalini kurduğum, kurduğumuz, İstanbul'un sayfaları içinde küçük, sessiz bir harf olduğum gerçeğine ısındırmaya çalışıyorum yüreğimi.
"Kardeş, geldik!" diye bağırıyor minibüsün şoförü. Yekinip kalkıyorum sindiğim cam kenarından. Bedenim oturmaya öyle alışmış ki bacaklarımı hissetmiyorum ilkin. Dar alandan çıkıp sokağın egzoz kokusunu duyumsuyorum. İsle karışık pis ve huzursuz edici bir koku bu.
Şoför minibüsün tepesindeki valizimi çekip elime veriyor. "Sen bilirsin amma burası taşralı muallimin yurdu değil." diyor minibüse yeniden binmeden önce. Kulağım işitiyor lâkin etrafı süzen gözlerim müsaade vermiyor onu anlamaya.
Sıra sıra dükkanların önüne dizilmiş baharat torbaları, entari askıları, şeker tablası ve İstanbul'un elleriyle ördüğü daha birçok ayrıntı değiyor öğrenmeye meraklı bakışlarıma. Fikrimin tamamına sahip olan elde etmişlik duygusu beni sarsıyor. Bir adamın koşarken omzuma çarpmasıyla farkına varabiliyorum yalnız olmadığımın. İnsan fışkırıyor sanki kaldırımların arasından. Alışveriş edenler, bir işte olmadığı belli adamlar, topukları kaldırıma çarpan ayakkabı sahipleri...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
kalem ile şair (tek bölüm)
Short Story"Göçmen kuşlar yerli kuşlardan daha mutlu olmalılar. Hayatı dolu dolu yaşıyorlar." demişti, unutamıyorum. -erdem bayazıt