küçük sel
Yıllardan 1958, aylardan Mayıs, Mayıs'ın 16'sı... Afetin Çankırı'da insan zihnine acılarla kazıyıp unutturmayacağı tarihlerden birisi.
Ağustos ayında bile hiç görmediğimiz sıcağın en kavurucusunu yaşıyorduk. Sobası yanmayan sınıfta siyah göğüslüklerin içinde terden sırılsıklam olmuştuk. Açık bırakılan pencerelerden içeriye temiz hava yerine adeta sıcak alevler püskürüyordu. Öyle ki pencereleri kapatıp içerideki havasızlığın boğuculuğunu kabullenmiştik. İkinci ders saatine yeni başlamıştık ki sınıf kapısı çalındı. Hocamız Hamza Çelebi dışarı çıktı. Çıkarken de sınıfın en yapılı çocuklarından olan İlyas'ı sınıfı susturması için görevlendirdi. On-on beş dakikalık bir süre sonunda öğretmenimiz sınıfa geldi. "Çantalarınızı toparlayın. Salonda toplantı olacak, sessiz olun, konuşulanları can kulağıyla dinleyin." tembihinde bulundu.
Sınıflar boşaltılmış, merakla bekleşiyorduk. Daha sonra çok ciddi bir ifadeyle okul müdürümüz İsmail Ulukartal geldi, duvarın dibine hazırlanmış masaya sandalyeyi basamak yaparak çıktı. Hepimizi dikkatlice süzdükten sonra konuşmaya başladı. Konuşmaları tane tane ve hepimizin anlayacağı seviyedeydi. "Çocuklar, okulu tatil ediyoruz. Hepiniz muhakkak evlerinize gideceksiniz. Evine gitmeyen kalmasın. Velilerinize teker teker soracağım. Vali Beyin talimatı var! Evlere giderken gördüğünüz herkese, ailenize de söyleyin: Korgun'u sel almış, Çankırı'ya geliyormuş. Önlem alsınlar, tamam mı?"
Söylediklerini tekrar etti, arkasından da "Neymiş bakalım? Ne diyecekmişsiniz?" diyerek bize de tekrarlattı. Korkuyla heyecan karışık evin yolunu tuttuk. Sel kelimesini biliyorduk, ama nasıl bir şey olduğunu yaşamadığımızdan bilemiyorduk. Yolda gördüğümüz herkes telaşlı ve endişeli koşturuyor, yollarda bağrışıyordu. "Sel geliyormuş, kaçın!". Bizi de tembihliyorlardı. "Koşun! Evlerinize! Durmayın!"
Bazı evlerin pencereleri bu bağırtılar sonrası merakla açılıyor, neler olduğu öğrenilince de tedirginleşen insanlar yüzleri korku ve endişeyle gerilip içeri koşturuyordu. Bizler hem koşuyor hem de sesimizin yettiğince bağırışıyorduk. "Korgun'u sel almış, Çankırı'ya geliyormuş!". Bizim okulla evin arasındaki evler umumiyetle yoldan uzakta, bahçe içindeydiler. Okul müdürünün dedikleri bizim için uyulması gereken ödev demekti, yaptık. Ama cılız sesimizi kimseciklere duyuramasak da bağırdık. Ta ki sesimiz kısılana kadar. "Korgun'u sel almış, Çankırı'ya geliyormuş!". Postacı çevikliğiyle koşup kısılan sesimden arta kalanla haberi biran evvel anneme yetiştirme çabasındaydım. Zira annemi evde bulmayabilirdim de. Genellikle haftanın son gününde komşulardan birinin evinde toplanır mukabele okurlardı. Cuma günü ev süpürmenin uğursuzluk getirdiğine inandıklarından o gün iş yapılmazdı. Yol boyunca hem koşturup hem düşünüyordum. En çok da daha dört yaşına bile gelmemiş kardeşim... O selde koşamazdı. Kedimizi düşündüm. Çok kişinin gördüğünde "Aman uzak durun! Kara kedi uğursuzluk getirir!" dediği cinsten kedimiz, Zümrüt. Evde yoksa çok zor bulunurdu. Köpeğimiz Flor'u pek dert etmedim. Bahçemizden çıktığı vaki değildi. O Zümrüt gibi değildi. Bizi gördüğü an nerede olursa olsun kuyruk sallayarak dilini sarkıtır, havlayarak yanımıza ok gibi fırlar gelirdi. Ama tavuklarımızın durumu ne olacaktı? Kanatları olsa da uçamazlardı. Kümeslerini sel bastığında onlara ne olacaktı? Kafam karma karışık vaziyette tam elektrikçi Mucurlu Recep Amcaların penceresine bakıyor, bir taraftan da koşturuyordum. Makbula'nım Teyzeyi görürsem ona da söylerim düşüncesiyle... Koştururken sol ayağımın yerden başını kaldırmış kara bir taşa takılmasıyla yere kapaklandım. Elimdeki çanta bir yanda, ben bir yanda bu pek de dost canlısı görünmeyen taşla yüz yüze yerde bir süre bakıştık. Bacağımın ve dizimin yaralanıp kanadığını boylu boyunca yırtılmış çorabımın göz göz açılmış deliklerinden görmüş, canım hâlâ acıdığından hemen kalkamamıştım. Kollarımdan güç alarak kalkmaya çalışırken birden aklıma çantam geldi. Göğüslüğümü kirletip çorabımı yırtmıştım. Bir de çantama bir şey olursa vay halime! Paparayı yerdim. Boşuna tasa etmiştim, sevgili tahta çantama bir şey olmamıştı. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığımda gökyüzünün maviliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olduğunu gördüm. Hava da hâlâ yakıcı sıcaktı. Sol bacağım basınca acıdığından ağırlığımı sağ bacağıma yükleyerek yalpalayarak evimize ulaştım. Annem beni bu vaziyette karşısında görünce pek bir şaşırdı. "Bu halin ne?" Korkunun karıştığı kısılmış sesimle "Düştüm... Ama anne se..." Sözümü bitiremedim (Büyükler neden bilmem çocukları hep sustururlar?). Beni böyle kan revan görünce hem onun için hem öğle paydosu olduğunu sanmış, hayıflanıp "Zaman uçuvermiş, yemek de yapmadım! Bacaklarını yıkayıp tentürdiyotla silelim. Kötü düşmüşsün." diyordu. Konuşmasını tam bitiremeden sekiz yaşın çocuk heyecanıyla bir çırpıda: "Sel geliyormuş, sel!" deyip okul müdürümüzün söylediklerini aktardım. "Velinize söyleyin önlem alsınlar, Korgun'u sel almış, Çankırı'ya geliyormuş." dedim. Duraklayıp unuttuğum kaldı mı? diye düşünüyordum. Hayır unutmamıştım. Annem ciddi olduğumu anlayınca beni hemen evimizin sol yanı başındaki Zabıta Bekir amcanın dul karısı Hayriye teyzeye gönderdi. "Git, burada kimi kimsesi yok, haber et. Annem dedi de, isterse bize gelsin. Yolda eyleşme hemen dön gel.". Deneni yaptım. Kadın evinde yoktu. Beni gören kiracıları pencereden seslenip damadının onu Şabanözü'ne götürdüğünü söylediler. Yarışıp eve döndüm. Annem evin üst katına bir-iki yiyecek, su taşırken bana da seslendi: "Kardeşinin lazımlığını al getir, ne olur ne olmaz." Aradan az bir zaman geçmişti ki annem bu defa mutat Cuma günlerini hatırladı. "Aman, kızım bir koşu da Hamide Ablaya var. Ona da seli anlat. Mukabeleyi bugün ertelesinler." İş gene bana düşmüştü. Annem evin içine sağa sola koşturup bir şeyler yaparken "Abin de gelmedi. Onun okulu tatil edilmedi mi?" diye söyleniyordu. Benim okulum Gazi İlk okulu tıpkı evimiz gibi Yeni mahalledeydi ve tatlı çayın bu yakasındaydı.Köprüden geçme derdi yoktu. Onun okulu Güneş İlkokulu çayın karşı yakasında Nafâa Müdürlüğünün altında olduğundan eve gelirken köprüden geçmesi gerekiyordu. Annemin telaşı dakikalar geçtikçe daha da arttı. Durdu, duramadı. Derken kardeşimi bana emanet edip oğlunu aramak için bahçe kapısına geldiğinde gökyüzünde kocaman patlama sesi yer gök inledi. Köpeğimizi eve almıştım. Kedimiz de uykudaymış. Sedirin altından kabarmış tüyleriyle fırlayıp yanıma çıkageldi. Şimşekler peş peşe çakmaya başladığında köpeğimiz uluyor, ben de kardeşimle birlikte ağlaşıyordum. Odada sadece biz vardır. Akabinde fındık büyüklüğünde dolu yağmaya başladı. Annem doluya yakalanınca gerisin geri eve dönmüş. Kardeşimle ben onu görünce sevindik. Dolu taneleri büyüdü büyüdüler, iri ceviz tanesi büyüklüğüne eriştiler. Yağan dolunun yüksekliği bir metreye yanaşınca kesildi. Bu defa gökyüzünden çamur yağmaya başladı. Bir taraftan da gökyüzü susmamış, olanca azameti ile kükrüyor, gürlüyor, yağan çamurun uğultusuyla birbirine karışıp daha da ürkünç oluyordu. Olaylar o kadar ani, o kadar alelacele oluyordu ki, zamanın zembeleği boşalmış, saatler dakikaya, dakikalar saniyeye saniyeler lahzaya dönüşüveriyordu.
Annem iki kardeş bizi susturup sakinleştirmeye çalışsa da endişesini fazla saklayamıyor, oğlunun başına kötü bir şey gelmesinden korkup peş peşe dualar ediyordu. Yağan çamur da tıpkı dolu gibi birden kesildi. Çamur rengini alan gökyüzü bu kalın korkutucu perdesini araladı. Işıl ışıl gökyüzü ve güneş kendini tekrar gösterirken kavurucu sıcak da beraberinde gelmişti. Biz sedirin köşesine sinmiş kardeşimle birbirimize sarılmış, faltaşı gibi açılmış gözlerimizle dışarıyı seyrediyorduk, konuşmadan ağlaşarak... Annem de bize belli etmemeye çalışarak gizli gizli ağlıyordu. Güneş kısacık saniyelerde yerdeki doluyu eritti; pek çoğunu buharlaştırıp yukarılara, gökyüzüne çekerken arta kalan çamur deryası, suya dönüşmüş dolu kalıntılarıyla uzaklara sürüklenip gitti. Güneş caddeleri, sokakları hızlıca kuruttu. Kuruturken de yerden yükselen su zerrecikleri fokur fokur kaynayan çaydanlığın su buharı gibiydiler. Ardından insanlar tek tük yollara dökülmeye başladılar.
Annemin aklı halen eve gelmeyen oğlundaydı. Kafasından yaptığı epeyce bir hesap kitap sonrası bizi de yanına alıp abimi aramaya çıktık. Komşularımızı, tanıdıklarımızı da merak ediyorduk. Ahali tek yürek olmuştu. Herkes birbirini kırk yıldır tanırmışçasına konuşuyor, kayıpları var mı soruyor, duyduklarını paylaşıyordu. Tatlı çayın kenarına doğru ilerlerken hemen hemen Çankırı'nın tamamının orada, derenin iki yakasında bekleştiğini uzak da olsa az-buçuk görebiliyorduk. Annem adımlarını daha da sıklaştırmıştı. Acıyan bacağımla ona yetişmekte zorlanıyordum. Kucağında taşıdığı kardeşim annemin telaşlı koşuşturmasıyla sağa sola yalpalanırken o da kötü bir şeylerin olduğunu anlayıp kesik kesik ağlıyor, bana el sallayıp yanına gelmemi istiyordu. Annem yol boyunca gördüğü herkese oğlunu soruyor, onun şeklini şemalini anlatıp "Gördünüz mü? Gördünüz mü?" diye bir daha bir daha soruyor, adını sesleniyordu. Annemin sesi de diğer yakınını arayan insanların sesine karışıyordu, "Oğlum kayıp!", "Annem kayıp!" nidaları anlaşılması zor bir hal almıştı. Uzunca bir yürüyüş sonrası köprüye yaklaşmıştık. Köprü başına geldiğimizde gördüğümüz manzara ve duyduklarımızın korkunçluğundan şoka girmiş, korkulu gözlerle sadece çevredeki insanların çığlıklarını duyabiliyor, yatağına sığmayan derenin kükreyişini izliyorduk. Annem halen oğluna seslenmeyi ve ağlamayı sürdürüyordu.
Sel pek çok evi temelinden sökmüş, ağaçları kökünden çıkarıp sürümüş, Tahta köprüyü yıkmış, Karaköprü'deki bağ evlerini de yıkmış, önüne katmış, getiriyormuş, yüzlerce baş hayvan telef olmuş, bağlar, bostanlar yok olmuş. Çevre ana baba günüydü. Mahşer günü denen şey böyle olsa gerek. Bu kargaşada karşı kıyıda yakınını görenlerin keder gözyaşı buruk mutluluk gözyaşına dönüşüyor, uzaktan uzağa işaret diliyle sevinip sarılıp koklaşıyordu. Ama ne abimi görebildik ne haber alabildik, annem gözyaşlarını artık bizden saklamadan ağlarken bizde onun eteğinden tutmuş ona sadece ağlama diyebiliyorduk. Azgın sular tüm azametiyle kükremesini sürdürüp köprünün üzerinden kocaman dalgalar halinde aşıp tekrar sele karışıyordu Dereden akan sel önüne kattığı ağaçları oyuncakla oynar gibi evirip çeviriyordu. Koca ağaçlar kütükler kibrit çöpü gibiydiler. Dalgalar önce onları suyun yüzüne çıkarıyor, gerisin geri derinlere, en diplere atıp yutuyordu. Bir ara insanların daha da yükselen ürkünç sesini duyduk "Eve bakın! Eve bakın!" çığlıklar yükseldikçe yükseliyor, dehşete düşen insanların Allaha yakarışları çevreyi sarıyordu. İki katlı evin kâh yalpalayarak, kâh döne döne yaklaştığını bizler de görebiliyorduk. İki katlı evi sel suları altına alıp yutamamıştı, ama bacasından hâlâ dumanlar tüten evi temelinden sökmüş, çekip önüne katmıştı. Çok kişi bu evi tanımıştı. Kara köprüdeki bağ evlerinden birisiymiş. Sahibi de Cicinin Mehmet'miş. Allaha şükürler olsun ki evin içinde kimseler yokmuş.
Annem bütün gününü oğlunu aramakta ve gözyaşlarına boğularak geçirmişti taki gecenin bir yarısı oğlu eve dönene dek. Seli merak eden abim okulları tatil edilince eve gelmeyip Dızlar değirmeninin karşısındaki tepelere çıkıp film izler gibi selin ağaçları nasıl devirip önüne kattığını suya kapılan evlerin akıbetini ,Dermansız kalıp sel sularına yenik düşen tahtaköprünün parçalanıp her bir parçasının sulara nasıl direndiğini anlatmaya çalışırkan annem ağlamaktan şişmiş gözlerle ona bakıyordu. Gördüklerimiz o güne kadar bilmediğim hayalini bile kuramayacağım dehşetti. Sel! Selin bizlere, Çankırı'ya yaşattığı afetti. Bundan daha da büyük felaket olamaz derken meğer asıl daha büyük ve korkunç olan yüzünü on gün sonrasına saklamış. Sinsice, acımasızca akşam saat 19.00'da bizlere gösterecekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Küçük Sel
Historical FictionGünümüzden elli sene önce, 16 Mayıs 1958'de yaşanmış, gerçek bir sel öyküsü