geçen üç ayda olduğu gibi zar zor eskimiş bir tahta kutunun üstüne çıkıyorum ve parmak uçlarımda kalkıyorum. gözlerim yıkık dökük binanın içinde olan müzik sınıfına kayıyor, dikkatle izliyorum. yine aynı genç adam var, benimle yaşıt gibi görünen birkaç çocuğa piyano çalmayı öğretiyor. aylardır süregelen bu uğraşı beni nedensizce mutlu ediyor, o adam müziği çok seviyor olmalı ki etrafa yaymaya çalışıyor. gülümsüyorum ama içimde kocaman bir kıskançlık kol geziyor. ben de o tuşlara dokunmak istiyorum.
hava karın yağacağını belli edecek şekilde soğusa da umursamıyorum. üzerimdeki yünlü kazak ve üst kısmı yırtık olan örgülü şapkanın beni koruyacağını zannediyorum. parmak uçlarıma batan kıymıklar canımı acıtıyor ama ayakkabılarımı da gitmek istemiyorum. ayaklarımı sıkıyorlar ve su toplamasına neden oluyorlar. kendimi görmezden geliyorum, ne de olsa tüm acılar bir gün geçer. müzik sınıfına kulak kabartarak hoş melodinin iliklerime kadar işleyişini seyrediyorum.
eğer o adam müziği gerçekten yaymak istiyorsa kesinlikle başardı. çünkü vücudumun her bir köşesinde bunu hissedebiliyorum. huzur verici, her şeyi unutturuyor sanki.
içeriye bakmaya devam ederken bakışlarım bir çocukla kesişiyor. bir süre afallıyorum, bu yüzden kaçıp gidemiyorum. çocuğun şaşkın surat ifadesi yerini alaya bıraktığında ayaklarımın acımasını umursamadan yere atlıyorum ve koşmaya başlıyorum.
küçük bir kasabada yaşıyorum ama burası masallarda anlatılanlar kadar güzel değil. insanlar birbirlerine yalan söylüyorlar ve hırsızlık yapıyorlar. bunların kötü şeyler olduklarını bildiklerinden pek emin değilim. annem de aynı şeyi yapıyor ve bunun bizim geçim kaynağımız olduğunu söylüyor. bir işe girip çalışabileceğini söylediğim zaman ise bas bas bağırıyor. üzülüyorum, oysa ki onun iyiliğini istiyorum.
buradaki çocuklar beni sevmez, nedenini bilmiyorum. konuşabiliyorum, duygularımın farkındayım ve her zaman gülümsüyorum. fakat bu onlara yeterli gelmiyor. kötüyü seviyorlar, hatta tapıyorlar. çok kirliler, tıpkı aileleri gibi. beni neden sevmediklerini sorduğumda ise eksik olduğumu söylüyorlar. bunu anlamıyorum ama cevapta vermiyorum. çekiniyorum da denilebilir. onlar korkutucu.
aynaya baktığımda kesik bir yanımı göremiyorum. bence oldukça tamım, çoğu konuda. hayatı seviyorum, kendimi seviyorum, annemi seviyorum. sağlıklıyım ve bunun için tanrıya şükrediyorum. başka neye ihtiyacım olabilir ki, öyle değil mi?
ama anlamıyorlar. veya ben anlamıyorum. bilmiyorum, sadece artık eksikliğimi yüzüme vurmaları acıtmaya başladı. olmayan bir şey yüzünden üzülmem saçma gelebilir ama onlar bunu istiyorlar sanırım. nedenini hiçbir zaman öğrenemeyecek olmak ise kötü.
hem de çok kötü.
----
sessiz ve paytak adımlarla beynimin ezberlediği yolun sonunda duruyorum. kafamı kaldırıyor, karşımdaki binaya bakıyorum. pencerenin önündeyim, eğer boyum uzun olsaydı yetişebilirdim ama maalesef ki değil. daha sadece on iki yaşındayım fakat hala her şey çok uzak görünüyor. bu canımı acıtıyor.
üzerlerinde sinekler ve çeşitli böcekler dolaşan çöp kutularının yanındaki tahta kutuyu çekiyorum kendime. pencereye yakınlaşabileceğim bir yere koyuyorum ve üstüne çıkıyorum. parmak uçlarımda kalkıyorum tekrar. yanımdaki çöp kutularından gelen koku her ne kadar berbat olsa da takmamaya çalışıyorum. önemli olan tekrardan müzik dinleyebilmek.
birkaç dakika boyunca her şey oldukça hareketsiz. sonra ise içeriye yeniden o adam ve arkasından da aynı çocuklar giriyor. hepsinin yüzünde bir gülümseme var, çoğu yapmacık görünüyor. kızıyorum o çocuklara elimde olmadan, böyle harika bir insana nasıl yapmacık olabilirlerdi aklım almıyor. bu çocuklar çok şımarık, hiçbir şeyin kıymetini bilmiyorlar. ama her zaman beni eziyorlar. gerçek adalet bu mu yoksa sadece değiştirilmeye maruz kalmış bir harf çöpü mü, emin olamıyorum. fakat sorgulayacak yaşta değilim, en azından büyüklerim öyle söylüyorlar. sadece itaat ediyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
sign of the times
Fanfiction[One Shot] ben 'bir, iki, üç' dediğimde her şey güzel olacak.