Şunu söylemek istiyorum bu pek uzun soluklu bir hikaye değil, 10-15 bölüm arasında olacağını düşünüyorum ama nedensizce hikaye için çok heyecanlıyım. Umarım beğenirsiniz 💜
Róse
Kulaklığımı kulaklarıma takarak, başımı camın yan tarafına yasladım. Kaldırımın kenarına dikilmiş minik ağaçlar ve bazı dükkanların önünde dikilmiş çam ağaçları yanımızda yürüyor gibi gözüküyordu. Havayı bulutlar kaplamıştı ve gündüz vakti olmasına rağmen karanlıktı. Yağmur hafifçe yağıyordu ama en geç bir saate fırtına çıkacağını tahmin etmek zor değildi.
Servisin içinde garip bir koşuşturmaca hakimdi. Herkes birbiriyle bağıra çağıra sohbet ediyor, bir kız ayağa kalkarak koltuğun başına dayanmış kahkaha atıyordu. Yüzümü buruşturarak kafamı iki yana salladım.
"Neden bizimle konuşmak yerine, müzik dinliyorsun?" diye sordu Lisa. Hemen yanımda oturuyordu. Kulaklıklarımdan birini çıkararak hafifçe gülümsedim. Dışarıyı izleyerek müzik dinlemeye bayılırdım, hatta şu saçma sohbetlerden daha güzel gelirdi. Bunu Lisa'ya söyleyemeyeceğim için omuz silktim. "Biliyorsun," dedim. "Müzik dinlemediğim zaman yol tutuyor."
Lisa oflayıp kafasını aşağı yukarı salladığında hemen yanında oturan Jisoo da dudaklarını bükmüştü. İki saniye içinde konuşmalarına hiçbir şey olmamış gibi geri döndüklerinde rahatlayarak derin bir nefes aldım. Jennie de Jisoo'nun yanında oturup, kucağına koyduğu dergiyi okuyordu. Onun da konuyla pek alakası yok gibiydi.
Otobüs sonunda durduğunda telefonumu kulaklığımla beraber okul çantamın içine fırlattım. Arka beşliyi bir saat kadardır istila ediyorduk. Önce Lisa ve Jisoo, sonra da Jennie ve ben otobüsün içindeki basamaktan indik. Dışarı çıktığımızda toprak kokusunu içime çektim. Çok güzel bir kokuydu, hatta en sevdiğim koku diyebilirdim.
Müzenin önünde durup etrafa bakınan ve hala gülüşmeye devam eden sınıf arkadaşlarıma bakarak göz devirmemek için kendimi zor tuttum. "Hadi," dedi tarih öğretmenimiz Bayan Ahn. "Çabucak müzeye girelim, birazdan yağmur yağacak."
O, önden ilerlemeye başladığında biz de onun adımlarına oranla yavaş yavaş yürüyor; okulda ders işlemek yerine müzeye geldiğimiz için mutlu olduğumuzu kesinlikle belli ediyorduk. Müzenin önündeki merdivenlerden çıkmış, kapının önünde durmuştuk. İstemsizce kafamı yukarı kaldırarak tabeladaki yazıyı okudum. 'Seul Sanat Müzesi'
Tek sıra halinde içeriye girmeye başlamıştık. Hemen önümde Jennie, arkamda ise Lisa ve Jisoo vardı. İçeriye girip, görevliye öğrenci kartlarımızı gösterdikten sonra Jennie bana gülümseyerek bakmıştı. "Burada çok ilginç tarihi eserler varmış." dedi elindeki dergiyi göstererek. "Yol boyunca buna baktım."
Gülerek kolumu omzuna attım. "Böyle şeyler ilgini çekmezdi aslında, ne oldu birden?"
"Çok fazla mitolojik öge var." dedi. "Mitoloji ilgimi çeker. Burası tüm efsanelerin bir araya getirildiği bir dünya falan." Bu sefer ikimiz de gülmüştük. Jennie'nin dergide gösterdiği bilgilere bakmaya devam ederken, Bayan Ahn bizi durdurmuştu
"Serbestsiniz." dedi ellerini önünde kavuşturarak. "Fakat, saat altıda burada buluşalım. Müzeyi gezmek için üç saatiniz var. Oldukça yeterli olduğunu düşünüyorum."
Herkes Bayan Ahn'ı onaylayıp üçerli beşerli gruplar halinde müzeye dağılırken, ben de kızları takip etmeye başlamıştım. Konuşarak ilerliyor, kenardaki masaların üzerinde duran antik eşyalara, tablolara ve heykellere bakıyorduk. Fotoğraf çekmek yasaktı ama Jennie, bir Afrodit tablosuna kesinlikle aşık olmuştu. Böyle şeylere bayılırdı, özellikle de Afrodit daha ilginç gelirdi ona. Bu yüzden de biz yapmamız gereken arkadaşlık görevini yerine getirerek, kameraların önüne geçmiştik Jennie de hızlıca Afrodit tablosunun fotoğrafını çekmişti.
Aslında müzeler pek de ilgimi çeken yerler değildi aslında. Sizi kandırmayacağım, sanat galerilerini, bu tür yerleri gezip geçmiş hakkında bilgi sahibi olan biri değildim ben. Yürüyüşe çıkardım genelde, Han Nehri'nin kenarında bisiklet sürerdim ya da yağmurlu havalarda büyükannemin evinin bahçesindeki salıncakta sallanırdım. Böyle biriydim ben. Ama bugün eserler gerçekten ilgimi çekiyordu.
"Ah! Bakın," dedi Jennie heyecanla. "Burada bir Zeus heykeli var." Lisa ve Jennie hızla heykele yönelirken, Jisoo da heykelin karşısındaki tabloya bakıyordu. Onları geride bırakarak birkaç adım daha attım. Etrafa bakınıyor, ilgimi çeken bir şey olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Sonra, bir kapı görmüştüm. Kahverengi çift taraflı bir kapıydı ve hafif aralıktı. Önünde kırmızı bir şerit ve bir uyarı ifadesi vardı. 'Tadilatta olduğu için şu an müzenin bu bölümüne personal hariç ziyaret yasaktır. Anlayışınız için teşekkür ederiz.'
Bakışlarımı bu sefer de kapının üzerindeki tabelaya çevirdim. 'Kral Arthur, Camelot ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri.'
"Ciddi olamazsınız!" dedim sinirle. Kral Arthur, eşi Guinevere, Lancelot, Yuvarlak Masa Şövalyeleri... İnanın fazlasıyla ilgimi çeken bir konuydu. Hatta tarihe dair ilgimi çeken tek konu bile olabilirdi. Ve şimdi müzenin bu bölümünün kapalı olduğunı görmek moralimi bozmuştu.
"Ne oluyor?" dedi Jisoo şaşkınlıkla yanıma gelerek. Hemen yanımda durmuş ve tıpkı benim gibi kapıya ve üzerindeki tabelaya bakmıştı. Ardından dudaklarını büzüp omuz silkti. "Bu bölümü merak mı etmiştin?" Kafamı aşağı yukarı sallayarak onu onaylamakla yetindim. Koluma girmiş ve beni başka bir koridora doğru çekiştirmeye başlamıştı. "Endişelenme, seneye buraya tekrar gelecekmişiz. O zaman görürsün."
İç çekerek son bir kez kapalı bölüme baktım ve Jisoo'nun beni çekiştirmesine izin verdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
fabula seven knights ❅ rosékook ✓
Fanfictionrosekook. Çıkarın en eski yerlerde sakladığınız, sararmış parşömeni.. Anlatın Britanya'yı, Kral Arthur'u, yedi şövalyeyi.. Şayet bir gün bulmayı başarırsan efsanevi kolyeyi.. Hak edersin dillere destan yedi şövalyenin dönüşünü izlemeyi. « başlangıç:...