Arjantinli Türk

41 1 0
                                    

Yolculukları pek sevmem. Midem bulandığından ya da o tarz ıvır zıvır sebeplerden değil. Bana zaman kaybı gibi gelir. Dünyaya hiçbir şey katamadan geçen vakit , ya da kendine. Uyumayı da sevmem mesela , o da öyledir benim için. Gerçi hayatımın en büyük çelişkisidir o. Çünkü insanoğlunun en büyük amacının uyumak olduğunu da düşünürüm çoğu zaman. Niye böyle düşünüyorum? Çünkü o “5 dakika daha ertelemeli” uykuların tadını, hayatın hiç bi kademesinde, hiçbir şeyden alamadım. Şimdi mesela “Aslında yolculukları da severim” demekten korkuyorum “Sende ne kararsız bi bebesin” diyeceksiniz diye ama bunun benim kararsız olmamla alakası yok. Bu yaşıma kadar öyle bi algılama mekanizması geliştirmişim ki , her türlü münazarada, her türlü zıt iki fikride savunup kendimi haklı çıkarabilirim. Lügatimizde yer alan “doğru” ya da “yanlış” kelimelerinin fazlalık olduğu aşikar zannımca.

“Kime göre ve neye göre ?” diye sorarla çünkü adama , bir şey için “doğru” ya da “yanlış” dediğinde. E fazlalık işte o sebeple. Nazilere göre Yahudi öldürmek doğruydu , insan vicdanına göre yanlış. “Şu bardağın yarısı dolu” demek de bi seçim , “Yarısı boş la bunun” demek de. Neymiş efendim , “şunlar şunlar doğru”ymuş, “şunlar şunlar yanlış”mış. Sikerler böyle işi. Kim koyuyor amına koyayım o kuralları? Kim kısıtlıyor lan bizim yaşamımızdaki kararlarımızı? Sistemmiş, dünya düzeniymiş. Tamam , açık konuşayım ; ben o sistemin amına koyayım(bkz.şimdiki zaman), amına koydum(bkz.geçmiş zaman), amına koyacağım(bkz.gelecek zaman).

A-a..

Ne kadar “yanlış” bir şey söyledim.. Hani benim cezam ? Her şey o kadar “doğru” ki şu gözünü sevdiğimin dünyasında, benim “yanlış”ım nasıl cezasız kalır?

Kalmaz tabi. Dolaylı yollardan yerim ben soyut sopamı , hali hazırda her gün farklı farklı konularda yediğim soyut sopalar gibi.

Sanırım ben ve benim gibiler için gonk çaldı.. Erkan Yolaç “Hop-paaa” diye zıpladı. Oyun çoktan bitti ama biz teselli hediyemizi açıyoruz hala şu hayatta..

“İnmeye niyetin yok galiba abisi?”

Otobüs kaptanının bu soru cümlesiyle geldim kendime, iç dünyamdaki bu gereksiz horozlanmayı bi kenara bıraktım ve yeni yuvama ayak bastım. Otobüsten inince toprağı öpeyim dedim, ağzım yüzüm çamur oldu, bana da güzel bi “Hoş geldin” tabi.

Daha önce gelmiş miydim buralara? 1-2 kere evet. Seth ve Matt’in zorlamasıyla, ama 2-3 sene önceydi. O sebeple iner inmez Seth’i aradım. Geldi aldı beni. Matt’le yaptığımız gibi bir de onla yaptık “okuldan sonra ne yaptın ne ettin ne yedin ne içtin?” merasimini.

Bide bununla ekstra olarak “Iowa’da ne işin var amına koyayım?” merasimi düzenledik hayali bando takımı eşliğinde. Aslında hiç sevmem plansız , akışın dışında bi durumda görüşülen eski arkadaşla bu tarz muhabbetlere girmeyi. Çünkü hayatımı bu kadar merak ediyor olsaydı, zaten zoraki buluşmamıza gerek kalmadan da arardı. Ha “sen aradın mı sanki amına koyayım?” diyecek olursanız , “Ben sormadım ki karşı tarafa merasimde bana sorulan soruları.” derim ve Fatih Terimvari bi şekilde “what can i do sometimes?” bakışımı atar susarım. “Arkadaşlık” kavramına inancım ne ara bu denli zedelendi tam olarak hatırlayamasam da bi kaç tahminim var elbet. Tahminlerimden biri “boş muhabbetin”, otobüs yolculuğu ve uyumakla eş değer olarak görünmesi benim gözümden. Yani sonuçta şu bi gerçek ki arkadaşlarımızla ettiğimiz sohbetlerin yüzde kaçı dolu allaseniz ? Ha o sebeple aslında olayın “arkadaşlık” boyutunu irdelemekten ziyade, “Bu adam neden boş geçen vakte bu kadar takmış?” onu irdelemek lazım. “Onu da bi zahmet hikayeyi okurken kavrayın.” desem, siz bunu atarlı bi cümle zannedersiniz di mi? Ahhh şu lanet olası yazı dili. Ne mimik belli ediyor ne de duygu. Hem suçlu, hem de ruhsuz hadsizce. Beni de kendine benzetecek günün birinde.

Gün boyu dolaştık Iowa/Des Moines’te Seth’le. Akşam olduğunda da beni yeni evime, yeni takımımın tesislerine bıraktı. Deliksiz bi uykunun ardından, sabah ilk antrenmanım için salonun yolunu tuttum. Soyunma odasına girdiğimde pek misafirperver bakışlarla karşılaşmadım açıkçası. Geldiğime memnun olmayanlar var gibi hissediyordum. Neyse, her yeni başlangıçta , yeni engeller ve pürüzler de eşantiyon olarak verilir zaten, bilinen bişey bu. Giyindikten sonra elime topu almadan önce koçun odasına uğradım. Ufak bi hoşbeşten sonra benim için bi antrenman programı hazırladık. Şut antrenmanından , fizik kondisyon idmanına kadar her şeyi karaladık. Dediği gibi hemen maçlara çıkmayacaktım, daha doğrusu sözleşmesiz bi şekilde katılacaktım antrenmanlara ve gösterdiğim gelişmeye göre şekillenecekti durumum. Hayata karşı pek bi kredim yoktu ve her şeyi seve seve(!) kabul ediyordum. Ediyordum ki yeniden kredi çekebileyim şu hayattan vakti geldiğinde. Malum ; en son çektiğim kredi baya yüklü miktardaydı ve sanırım altında ezilip kalmıştım.

“Sen şu yazdığımız programları uygulamaya başla ama önce özel bi soru soracağım evlat.”

“Buyur..”

“Sen Türk olduğuna eminsin di mi? Arjantin’le falan bi alakan yok yani kesin ?”

“Valla bırakın soy ağacımızda Arjantinliyi, arkadaş çevremde bile yok.”

“Peki Ginobili’yi beğenir misin?”

“Tabi ki beğenirim. Kimsede olmayan, kendine has bi oyun tarzı var.”

Hafifçe gülümsedi önce ve devam etti ;

“Bence artık pekte kendine has olduğu söylenemez.”

Evet. İşte o meşhur “Gino” lakabım , Koç Nick tarafından o gün konmuş oldu.

GİNOHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin