• I •

2.2K 163 105
                                    

Tanrı, önce erkeği yarattı. Kemiklerini, organlarını, kaslarını, damarında akan kanı, koyu gökyüzü mavisi saçlarını, okyanusları kıskandıracak gözleri ve yeni kar tanesi kadar hassas ve beyaz tenini.

Ve insan doğdu! Bu haber çabuk yayılmıştı çünkü şimdiye kadar yaratılanlardan daha üstün bir varlık olduğu söylenmişti. Eşi benzeri olmayan bu yaratık şimdiye kadar yaratılanlardan daha güçlüydü. Daha haşin, daha kuvvetli, daha coşkun ve daha karmaşık... Halbuki insan olmak, bizleri en güçlü kılsa da aynı zamanda en zayıf kılıyordu...

İnsanın doğduğu haberine ilk ulaşanlardan biri de baş melek olmuştu. Baş melek, diğer meleklerin aksine nurdan değil, ateşten yaratılmıştı. Kendisi bununla böbürlenmeyi çok severdi çünkü ateşteki ışığın güzelliğinin, tanrının yarattığı başka hiç bir varlıkta olmadığını düşünürdü... Ta ki insan gelip ışığına gölge düşürene kadar.

İnsanı henüz gören olmamıştı, herkes onun nasıl bir şey olduğunu merak ediyordu, özellikle de baş melek. Kendisinin topraktan yaratıldığı bildirilmişti ancak baş meleğin kafasına takılan bir şey vardı. Toprağın ışığı olmazdı ki, nasıl olur da bu rezil yaratık baş melekten üstün olurdu? Baş melek, kafasındaki bu düşünceleri insanı görene kadar erteleme kararı aldı. Sonuçta sorumlulukları olan birinin bu tür şeyleri kafasına takmaması gerekirdi. Ancak aklından ışık hızında geçen düşünceleri durdurmak pek de kolay sayılmazdı.

Zaman, bu alemde geçedursun, insan bu sırada kendi varlığını tanımaya çalışıyordu. Neden burada olduğunu sorguluyordu, varoluş amacının ne olduğunu ancak cevaplar düşündüğünden çok daha uzaktaydı. Bu bilinmezlikte kaybolmuş sürüklenip giderken, bir tavşanın peşine takılmış koşturup duruyordu, halbuki nereden bilebilirdi ki bu tavşan deliğinin sonunda kuzrak olduğunu?

Ona cennetin kapıları açıldı, sonsuz güzellik ve bereket. Bunlar düşünüldüğünde çok güzel şeylerdi ancak insan bunlarla ne yapması gerektiğini bilmiyordu çünkü insanı insan yapan duygulardan biri olan "Arzu" henüz varolmamıştı. Sahi, bakılınca karşılaşacağı pek çok duygu vardı kendisinin...

Cennetin bir kapısının, iki atın zıt tarafa ömürleri boyunca koşması kadar mesafe olduğu söylenir, ne kadar doğrudur bilinmez gerçi. Melekler ve diğerleri, hepsi onun neye benzediğini görmek istiyordu ancak ne yazık ki bu hiçbirine nasip olmamıştı. Hoş, her birinin mest olacağını tahmin etmek pek de zor sayılmaz sonuçta.

İnsan, bu sonu olmayan mekanı keşfetmek istiyordu ancak aklında görmek istediği bir yer zaten vardı, ona sıkı sıkı tembihlenen yasak ağaç. İlgimizi ilk çeken hep ulaşılamayan olmaz mıydı? Çünkü ulaşabileceğimizi bildiklerimizi avucumuzun içinde sanarız, ta ki aslında hiç bizim olmadığı öğrenene kadar.

Kuralları çiğnemek istemiyordu ancak merakına yenik düştü ve ağaca yaklaştı. Sözde bu ağacın meyvelerini yemek yasaktı ancak bu ağaçta hiç bir meyve gözükmüyordu. Kafası karışmıştı, ince kaşlarını çattı ve kafasını kaşıdı. Daha sonra ise bu kadar düşünmenin bir yararı olmadığı kanısına varıp, ağacın gölgesine uzanmayı düşündü. Belki meyvesini yemek yasaktı ancak gölgesinde dinlenmekte bir sakınca yoktu, değil mi?

Önce ağaca yaklaştı ve dokundu, enerjisini hissetti. Daha sonra hafiften gülümsedi ve eğildi, uzandı. Yüzündeki gülümseme ile birlikte ilk uykusuna dalmayı bekledi, çok uzun sürmeden gözleri kapandı ve uyku onu kolları arasına aldı, huzurluydu.

Baş melek,insan ilk kapıdan içeri girdiğinde özellikle onu görmek istemedi, öfkesine hakim olamayacağından korktu. Aslında farkında olmasa bile içten içe insanı kıskanıyordu, bu da onu korkunç bir çıkmaza sokuyordu. Yasak ağacı kontrol etmeye karar verdi. Bu, onun günlük görevlerinden biriydi. Aynı diğer melekleri de sürekli teyit ettiği gibi bu ağacı da teyit etmeliydi. Bu ağaca genelde yaklaşan olmazdı, yasak olmasının nedenini bile kimse anlamamıştı. Yine de görev, görevdi ve yerine getirilmesi gerekiyordu.

Ağaca giden uzun yolda insan hakkında düşündü. Acaba neye benziyordu? Neden yaratılmıştı? Gerçi kendisinin bile neden yaratıldığını bilmediği halde onun neden yaratıldığını düşünmesi biraz ilginçti. Çok uzun zamandır bu görevi yapıyordu, yorucu veya sıkıcı olduğu söylenemezdi ancak neden yaptığını bilmeden yapmak biraz can sıkıcıydı. Bu sırada ağaca varmıştı bile ve onu gördü.

Gördüğü manzara karşısında hayrete düştü. "O... çok güzel." dedi istemsizce, kelimelerini kontrol edemiyordu. O kadar masum ve şirindi ki, dokunsa kırılacak gibi gözüküyordu. Yüzündeki belli belirsiz gülümseme ona o kadar yakışıyordu ki.

Biraz daha yaklaştı ve yüzüne doğru eğildi. Kirpikleri aşağı doğru uzanmış ve uzunlardı, dudakları toz pembenin en uçuk tonlarıyla süslenmişti. İncecik kaşları vardı. Yanaklarına dokunmak istemişti, saçlarına da ve ah... o gözleri. Göz kapaklarının ardında saklanan o gözleri görmek için neleri vermezdi ki... Onların da mükemmel olduklarına emindi.

Şu an bu insan o kadar albenili duruyordu ki, bir baş meleği bile günaha sokabilirdi. Tanrının yarattığı bu şaheser, adeta bir test gibiydi. Derken o kocaman mavi gözler kendini gösterdi.

Baş melek aniden geri çekildi. o koskoca gözlere bakıyordu, o derin mavi kuyuya... Kuyunun dibini görmeye çalıştı ancak kapkaranlıktı, aynı cehennem gibi... İşte o anda anlamıştı baş melek, kendini kaybetmenin eşiğindeyken anlamıştı. Bu ağaçtaki yasak meyve, bu insanın ta kendisiydi. Çünkü biliyordu, bu insanın o mükemmel kabuğunun ardında, en derinlerinde zehirli bir yılan yatıyordu.

Ve zehir, hiç bu kadar tatlı olmamıştı...

-------------------------

Not: Baş meleğin şeytana dönüşmesi olayı Hristyanlıkta geçen bir olaydır. Müslümanlıkla bir ilgisi yoktur.

Dipnot: "Kuzrak" Cinlerin bizi rüyadayken sürüklediği kabus bölgesidir.

Oy verip destek olursanız sevinirim ayrıca düşünceleriniz belirtmeyi unutmayın! 😀

KUZRAK ||Kuroshitsuji - Black Butler Fanfiction|| SebaCiel ||Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin