“Ah önüne bakmak nedir bilmez misin sen?”
Ve işte yavaşça başımı kaldırıp gözleriyle tanışıyorum. Tanımlayamadığım bir şeyler var orda. Belki biraz tanıdık, belki de yabancı. Saçlarına kayıyor ardından gözlerim. Kumral saçlarına güneş vururken çarpık gülümsemesiyle öylece bana bakıyor. Tam dudaklarını aralandığında…
“Elis ben alışverişe gidiyorum!” Ha aferin yani Gökçe, başka zaman yoktu di mi? Bu hafta aynı rüyayı 3. kez görüyorum. Üstelik hep en can alıcı yerinde bölmeseler olmaz. Kimdi şimdi bu çocuk? Ne işi vardı rüyamda? Leşin başına üşüşen sinekler misali sorular kafama hücum etmeden onları savuştursam iyi olacaktı. Kalkıp iş bakmalıydım hem.
İstanbul’a geleli birkaç gün olmuştu yalnızca. Liseye burada devam etmeme beni zorlayan bazı şeyler yaşamıştım. Hoş olmayan şeyler. Bizimkileri ikna etmek pek kolay olmamıştı. Kavga kıyamet ayrıldım evden. Allah’tan kuzenim Gökçe İstanbul’da okuyordu da büyük hasar almadan çıkmıştım savaştan. Kaldığı yurttan ayrılıp burayı kiralamıştı ben gelene kadar. Bizimkiler kıyameti koparınca son kartlarını oynayıp para desteğini kesmişlerdi. Durum böyle olunca kalkıp iş bakmam gerekiyordu işte.
Kuzenim Gökçe… Aynı yaşta olmamıza rağmen o akıllıca davranıp daha 2 sene önce, liseye başlarken uzaklaşmıştı Ankara’dan. Cıvıl cıvıl, deli dolu bir kızdı Gökçe… Yoksa kim sabahın köründe alışverişe gidebilirdi ki zaten?
Bana gelince… Bir ay öncesine kadar pek bir farkım yoktu Gökçe’den. Ama şimdi kelimenin tam anlamıyla zıt kutuplar oluvermiştik. Böyle olması gerekiyordu. Ankara’dan uzaklaşmamı gerektiren şey, bambaşka bir Elis olmayı da gerektiriyordu.
Giyinip apar topar çıktım evden. Malum İstanbul trafiği affetmez. Bu mevsimde iş bulmak neredeyse imkânsızdı. Hele öğrenciyse imkânsız solda sıfır kalırdı. Anlayacağınız tam anlamıyla yanlış yer yanlış zamandı. Ama İstanbul’da bir arkadaşım vardı. İlkokuldan olsa da hala selamı sabahı kesmiş sayılmazdık. Buraya geleceğimi duyunca çalıştığı yerde bir iş ayarlayıvermişti bana. Cihangir’de bir yerin adresini tutuyordum elimde. Ne kadar kötü olabilirdi ki? Sorumun cevabını taksici bir barın önünde durduğunda almıştım. Parayı adamın eline tutuşturup arabadan indiğim gibi Furkan’ı aradım.
“Furkan nolur bana taksicinin sarhoş olduğunu falan söyle, çünkü Cihangir’de bir barın önünde dikiliyorum şu an.”. Sinirden ağlayabilirdim. 17 yaşındaydım ben. 17. Daha ağzıma bira bile sürmemişken barda mı çalışacaktım yani.
“Hemen yelkenleri koyuverme Elis, içeriyi görmeden aceleci davranma derim güzelim. Hadi gel bekliyorum.”
Furkan haklıydı. Aceleci davranmıştım. Duman altı barı, sağda solda kafa çeken tipleri görmeden buranın ne kadar harika olduğu üzerinde konuşmakla hata etmiştim. Şaka mıydı bu çocuk?
Kendimle boğuşmaya devam ederken beni fark etmiş olacak ki sırıtarak yanıma yaklaştı.
Nolmuştu bu çocuğa böyle? İstanbul fazla yaramış buna. Benim bildiğim tombik, yanakları al al Furkan’ın yerinde yeller esiyordu. Karşımda üçgen peynirden farksız bir şey vardı. Tam kollarımı açmış sarılacaktım ki iğrenç bir ıslıkla irkildim.
“Bu güzel hatunla tanıştırmayacak mısın beni Furkan?”. Yok artık. Kuzunun başına üşüşen çakal gibi ne ara yanımızda bitivermişti bu herif?
“Uza oğlum, kız benimle. İkile hadi, kırmayım bi tarafını.”. Çocuğu itekleyip yanımızdan uzaklaştırdı. Çocuk akşamdan kalmadan çok akşamdan beri içiyor gibiydi.
“Aldırma sen ona Elis, gel müdürle tanıştırayım seni.”
*****
Bardan çıktığımda İstanbul’a geldiğim ilk günden bin kat daha çaresiz olduğuma iddiaya girebilirdim. Müdür resmen gözleriyle yemişti beni. Hayatımda daha iğrenç bir yer görmemiştim. Napacaktım şimdi ben? Okulların açılmasına hiçbir şey kalmamıştı ve Gökçe’ye yeterince yük oluyordum.
İstanbul’a gelmek için biraz geç kalmıştım anlaşılan. Az zamanda halletmem gereken çok iş vardı. Tabi bir de şu rüyalarıma girip duran çocuk… Amerikan filmlerinden fırlamış gibi bir hali vardı. Fazla yakışıklıydı sanki. Ama nedense beni huzursuz eden bir şeyler vardı.
Bunları düşünürken kendimi sahilde buluverdim. Ne ara gelmiştim bilmiyorum ama İstanbul böyleydi işte. Her zaman sığınabileceğin limanları vardı. Martılar çığlık çığlığa… Beni boğan düşüncelerime eşlik ediyorlardı. İstanbul’a gelmek benim tercihimdi. Sonuçlarına katlanmam gerekiyordu. Biraz birikiş param vardı ama beni fazla idare etmezdi. Acil işe ihtiyacım vardı. Gökçe’nin düzenini yeterince bozmuştum. Sanırım bar işini kabul etmek zorundaydım. Yeni bir iş bulur bulmaz ayrılırdım zaten.
Furkan’ı arayıp işi kabul ettiğimi haber verdim. Patron bu akşam başlayabileceğimi söylemiş. Bir de merak etme işimi sana göre ayarladım, hadi yine iyisin diyor salak. E bi zahmet yani. Çocuğa iş bul dedim, beni belanın göbeğine atıverdi. O tipleri gördükten sonra oraya tekrar adım atmak bile hataydı.
İş bulma kısmını hallettiğime göre artık onu düşünebilirdim. Kimdi bu rüyalarımdaki yabancı? Daha önce görmüş olamam, görsem kesin hatırlardım. İyi de daha önce görmediğim birine rüyamda rastlamak da pek olağan değildi. Ona karşı tuhaf hislerim vardı. Tanımadığınız biri hakkında nasıl fikir sahibi olabilirdiniz ki? Ama söz konusu ben olunca bal gibi olunabiliyordu işte.
Saate baktım. Eve gitsem iyi olacaktı. Nasılsa gece beni bekleyen sürprizlerle doluydu.