Güzel Bir Hikaye; “Tutku”Sağ ayağım izmaritin yanına gelince durdum. Yanıma yöreme baktım. Halkçıların kahvesi önünde Sabri Kâhya ile Yakacı oturmuş konuşuyorlar. Gözleri pek fark etmez. Mayıs sıcağı. Köyde sanki kimseler kalmamış. Millet pamuk çapasında. En tuhafı çocukların olmayışı. Ne çok çocuk vardır bu köyde! Ardıma düşerler, ‘Karabiberim’ havasına uydurup hep bir ağızdan ‘Osman aşçı, pis karabaşçı’ diye tuttururlar. Söverim. Üstlerine varsam çil yavrusu gibi dağılırlar. ‘Osman oscuk, gözü boncuk.’ Çocukları sevmiyorum. İlerden, bahçe yanından ardına bir toz bulutu takmış, Necip Ağa’nın motoru geliyor. Eğildim; yarısına dek içilmiş izmariti alıp cebime koydum. Kim atmış bunu bitirmeden? Motoru ağanın yanaşması sürüyor. Bakındı şu tabanı yarığın çalımına! Sırıttı:
— Osman lan, karabaş mı topluyorsun? dedi.
Sövdüm. Gâvur sattığı toza boğup geçti beni. Yanaşma dönüp bakmadı. Ne varmış karabaş toplarsam! Tütün verenim mi var benim? Oysa iki yıldır köyde tütün ekiyorlar. İstiyorum, vermiyorlar.
‘-Söylersin, diyorlar. Kolcu sıkıştırır. Falancadan aldım dersin.’
‘-Söylemem, diyorum’. Hatçe’nin başına yemin ediyorum; gülüyorlar. Onun lafını ettim mi herkes gülüyor.
— Boncuk, boncuk!
Kafamın içinde birden bir şeyler karışıp duruldu. Üsküplülerin sokak kapısı aralığında, elinde üstüne salça sürülmüş bir dilim ekmek, sırıtkan, höt desem kaçacakmış gibi tetikte, sümüklü, yalnayak bir oğlan vardı. Bir göründüm. Kapıyı çarparken elinden ekmeğini düşürdü. Ben durmadım. Köşeyi dönünceye değin ardımdan hep bir ağlama sesi geldi. Çocukları sevmiyorum. ‘Osman oscuk, gözü boncuk!’ Artık boncukları da sevmiyorum. Yıllar önce bütün boncuklarımı attım.
‘-Osman be, bir dizi deve boncuğuna kandırmışlar seni ha?’ derlerdi. Bağıra bağıra ağlardım. Bana o bir dizi gök boncuğu vereni unuttum. Çocuklar unutmuyorlar.
‘-İstersen veririm sana bunları; ama burda değil. Gel hele!’ demişti. Çok eskiden deve çanlarını duydum mu yerimde duramazdım. Anam bağırırdı.
‘-Amanın Osmaaan, arkalarından geçme sakın. Deve tepmesi onmaz!’ Küçücük bir eşeğin arkasında odun yüklü, ortaları kızıl çizgili, beyaz yörük çuvalları yüklü sıra sıra develer geçerdi yoldan. Bizim köyde deve yoktu; dağ köylerinden gelirlerdi. Şimdi Kerim Ağa’nın pamuk deposu olan yerde, yeşile boyalı kocaman kapısıyla Öksüz Memed’in deve damları vardı. Bu kapınıın açıldığını hiç görmedim. Çocuklar,
‘-Deveci, aşçı Memedi gördün mü?’ diye bağırırlardı.
‘-Gördüm gördüm. Ananın yanında.‘
Develerin boynunda hep bir dizi gök boncuk olurdu. Yüreğim gümbür gümbür, iki devenin arasındaki ipin altından karşıya koşardım.
‘-Osman, deve tepmesi onmaz!’ Koşarken her sefer elimi biri tutardı. Belki de ‘İzmir’e, çalışmaya’ diye köyden çıkıp bir daha dönmeyen iki ağabeyimden biri. Onlar gideli anamla yalnızız. Anam ağa evlerinde bayram badanasına gider; çapaya, üzüm kesmeye, pamuk toplamaya gider. Ben hangi işe çağırsalar giderim. Önümüzdeki güze bir sağlır manda alacaktık; ama ben çalışmayı bıraktım. Bir aydır beni kimseler işe çağırmıyor. Aklıma Hatçe geldi mi tarlanın ortasında dikilip kalıyorum. Dayıbaşı;
‘-Ne oldu lan, gidinin delisi?’ diyor. Çapanın sapına dayanıp, inceden bir yele tutulmuş gibi kafamda kıpırdanıp duran o mor çiçekli perdeye bakıyorum. Kollarımın gücü yitmiş, sanki bu uzak yerde çevremdeki seslerden daha yakın geliyor bana.