bazen suçlayamazsın, canını yakan insanı

552 71 32
                                    

  

lorde - tennis court

"Ne kadar da bunaldık kalabalıklardan. Koca koca şehirler, dev binalar, geniş caddeler... Bunaldık, yetti artık, değil mi?" diyor profesör Jonghyun uzun bir sessizlikten sonra. Sosyal psikolojiye giriş dersindeyiz, elimde dersin başından beri çevirip durduğum kalemim, pencereden dışarıyı izliyorum.

 Derslerle çok ilgilenen biri değilimdir normalde. Sınavlardan bir kaç gün önce çalışmaya başlar, ortalamanın biraz üstünde bi' notla da kapatırım genelde dönemi. Bizimkilerden derslerini deli gibi önemseyen biri varsa o da Kyungsoo'dur. Devamsızlık yaptığı çok az görülür. Genelde günlük tekrar yapar ve defterleri aşırı düzenlidir her zaman. Yapacak çok işi olmadığını söyler, o yüzden ders çalışıyormuş. Canı sıkılmasın diye. "Korkunç birisin Kyungsoo." derim ben de ona ders konusu ne zaman açılsa. "Kafayı yemişsin sen." O da beni umursamadan devam eder hayatına. Jongdae ise Kyungsoo'nun tam tersidir. Derslere tek tük katılır, onu ders çalışırken görebileceğiniz pek bi' an yoktur ama ne yapar eder bir şekilde geçer derslerden. Jongdae yoluyla geçtiğini söylüyor bize, çok zeki biri olduğu için çalışmasına gerek yokmuş falan. Ne işler çeviriyor da geçiyor dersleri bilmiyoruz, pek de bilmek istemiyoruz zaten. Kendi haline salarız genelde Jongdae'yi.

 Boğazını temizliyor o sırada Profesör Jonghyun sınıfın dikkatini çekebilmek adına. "Bir yerler de okumuştum geçen gün." diyor " 'Kimsesi yoksa delirir insan.' demiş Steinbeck, 'Kim olduğu hiç önemli değildir, yeter ki yanında biri olsun. İnanın bana, insan fazla yalnız kaldı mı, hastalanır.' İnsan kalabalıklardan kaçmak isterken uzun yalnızlıklara düşmemeli çocuklar. Dikkat edin kendinize."

*

  "Bilmiyorum Bay Byun." diyorum taktığım küçük gülümseme maskesinin hala yüzümde olduğundan emin olduktan sonra, "Bu tarz şeylerde pek bilgim olduğunu söyleyemeyeceğim."

  Bir süre gözlerini yüzümde gezdirdikten sonra, "Üzüldüm yavrum." diyor suratında büyük ihtimalle gerçek olan küçük gülümsemesiyle Bay Byun. "Baban zamanında öğretmedi mi bunları sana?" Daha sonra televizyona çeviriyor gözlerini tekrar. 

  "Hayır." diyorum sessizce ben de, "Öğretmedi." 

  Gülümsememi bozmamak için kendimle savaşıyorum o sırada, yine de ne olur ne olmaz diye pencere kenarındaki çiçeklere doğru ilerliyorum. 

 Bay Byun gözlerini televizyona kilitlemiş durumda, ben çiçeklere uzatıyorum elimi.

 Kendisi babam olur aslında, ama ileri düzeyde alzheimer hastası olduğu için hatırlamıyor bunu. 

 Arka planda televizyondan yükselen tezahürat sesleri geliyor kulağıma.

 Ben çok küçükken bırakıp gitmiş bizi. Annem öyle söylemişti en azından. E benim de hikayeyi bir de babamdan dinleme fırsatım olmuyor.

 Ne güzel çiçekler diye düşünüyorum, kim ilgileniyor acaba bunlarla? 

İki yıl önce babamın kaldığı yerdeki sağlık çalışanının birinden gelen telefonla haberim oluyor babamın durumundan. Annemi aradıklarını ama ulaşamadıklarını söylüyorlar, "Babanızın durumu çok ağır Bay Byun." diyorlar bir de. 

 Tezahüratlar şiddetleniyor o sırada. "Gördün mü evlat?" diye bağırıyor Bay Byun, "Alırız bu maçı demiştim sana." Keyfi yerinde. Kafamı sallıyorum yavaşça, "Gördüm efendim." diyorum.

  Annem vermiş numaramı, eğer ona ulaşamazlarsa ve babam çok kötü olursa beni aramalarını söylemiş onlara. Babamı ölmeden önce canlı canlı görebilmek için bir şansım olsun diye. 

kara delikler ne kadar kara? //chanbaekHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin