Su

13 1 0
                                    

Oldukça yorucu bir gündü. Gökyüzünde dağınık bulutlar olmasına rağmen güneş hiçbirisinin arkasına saklanmamış, deyim yerindeyse kavurmuştu yeryüzünü. Tarlalar, hasat bekleyen kurumuş başaklarla doluydu. İnsanlar gün ağarırken büyüklü küçüklü tarlalarına akın ediyorlar ve gün batımına kadar çalışıyordu. Kuraklık bu yıl da göstermişti yüzünü. Susuzluktan buğday başaklarının hâlsizliğini görenler üzülmeden edemiyor; koca bir yılı elde edecekleri azıcık buğdayla nasıl geçireceklerini düşünüyorlardı.

Kuraklık sadece buğdayları değil, bütün hayatı etkilemişti. Çatlamış toprakların arasında nemli gözlerle dolaşan insanlar birbirlerine yağmurun cömertçe yağdığı eski günlerden bahseder olmuşlardı. Şehri ıslatan deli yağmurlar vardı bir zamanlar. Daracık sokaklarda önüne ne varsa katarak ilerleyen rahmet, çukurları âdeta göl hâline getirirdi ve çamurlu yolların kuruması uzun zaman alırdı. Şehrin çoğu yerinde bulunan çeşmelerden taşarcasına akan sular bereket verirdi hanelere.

Meraların yeşilliği uzun zaman devam ederdi. Hayvanların göğüsleri sütlerle dolar, hem yavrularını hem de sahiplerini beslerdi. Ancak şimdi bütün bunlar sadece tebessümle bahsedilen anılara dönüşmüştü. Geçmişin rahmetli ve bereketli günlerini çocuklar babalarından, annelerinden dinliyor ve gölge yerlerde bir araya geldikleri zaman anlatıyorlardı birbirlerine. Dört bir yanın yemyeşil otlaklarla çevrili olduğunu, tarlalarda başakların içlerinin buğday taneleri ile dolu olduğunu, çocukların rengârenk çiçeklerle bezenmiş kırlarda neşe içinde koşturduklarını ilk defa duyanlara masal gibi geliyordu anlatılanlar.

Su, nimetlerin en güzeliydi şüphesiz. Cansıza can veren, pislikleri arındıran ve yaşam kaynağı olan bu mübarek sıvıya duyulan özlemin ne zaman son bulacağı bilinmiyordu şimdilik. Yaradan, zamanı gelince verirdi elbette. Onun belirlediği vakit dolunca ne bir saniye erken olur ne de bir saniye gecikirdi karar. Tam zamanında olurdu olması gereken. Yine öyle olacaktı elbette. Allah, emrini verdiği anda gökleri kucaklayacaktı yağmur yüklü bulutlar. Güneşi arkasına alarak gönderecekti iri damlalarını çatlayan topraklara, kuruyan otlaklara ve dar sokaklara. Yeter ki ol desin, yeter ki.

Ahmet, nasırlı elleri ile oğlunun yanaklarını okşadı. Nasırları sertleşmişti ve avuç içinde iyileşmeye başlayan, kabuk bağlamış küçük yaralar vardı. Yaralarının kabukları çocuğun yanağını tırmalamış olsa da babasının gülümsemesindeki yumuşaklığı bütün benliğinde hissediyordu. Çocukça bir tebessüm ise babasının yüreğine yağmur bulutlarını çoktan toplamıştı bile. Evladının yüzünü avuçlarının arasına aldı ve sıcacık bir öpücük kondurdu alnına. Toprak kokan saçlarını yanaklarına sürerek kokusunu derince çekti içine. Geceyi süsleyen çekirge seslerinden başka her şey susmuştu. Bir süre sonra Ahmet konuştu, çekirgeler sustu:

"İşte böyle oğlum. Sen daha bebektin o zamanlar."

"O günden bu yana hiç yağmur yağmadı mı?"

"Yağdı elbette ama yeterli olmadı hiçbirisi. Ne toprağa ne de bizlere."

"Sence yağar mı yine eskisi gibi?"

"Allah'ımız bilir oğlum."

"Allah'ımız bizim susuz kaldığımızı biliyor, değil mi baba?"

"Biliyor tabii ki oğlum. O bize ne kadar veriyorsa biz de onunla yetiniyoruz. Yani onun verdiği nimetler az da olsa çok da olsa biz hep şükrediyoruz."

"Allah'ımızdan su istemiyor muyuz?"

"İstiyoruz elbette; ona dualar ediyoruz, namazlarımızda ellerimizi açıyoruz ve 'Allah'ım, sen büyüksün, bize yardım eyle.' diyoruz."

"Bizi duyuyor mu peki?"

"O her şeyi duyar oğlum, o her şeyi bilir. Eğer vermiyorsa istediğimizi, mutlaka bir sebebi vardır. Zamanı gelince asla esirgemez, verir."

"Ben de dua edebilir miyim Allah'ımıza, baba?"

"Edebilirsin oğlum, hem senin duaların bizim dualarımızdan daha önemli."

"Neden? "

"Çünkü çocuksun, yani çok masumsun."

"Ama ben dua etmeyi bilmiyorum ki."

Ahmet, evladının günahsız bakışlarında kaybolduğunu hissediyordu. Gökler yağmura durmayalı uzun zaman olmuştu. Evladının çocuk yüreği, çevrede konuşulanları duymuş ve susuzluğun nedenini öğrenmek için babasına bitmek tükenmek bilmeyen sorular sormuştu. Her ne kadar çocukça sorular olsa da birçoğunu cevaplamak çok zordu. Babası bazen uzun uzun anlatmış bazen de kaçamak cevaplar vererek konuyu dağıtmaya çalışmıştı.

Ama oğlunun öğrenmeye dair isteğine hayran kaldığı kesindi. Gözlerini kapatarak Allah'a böylesi bir evlat verdiği için hamdetti. Rahmetin neredeyse her mevsim kesintisiz yağdığı çocukluk zamanlarını hatırladı sonra. Yağmurlu yollarda, kırlarda, tarlalarda çamurlara bata çıka koşturduğu zamanlar geldi gözünün önüne. Annesi kızacak korkusuyla eve nasıl da tedirgin girerdi. Korktuğu başına da gelirdi her zaman. "Nedir bu üzerinin hâli!" diyerek başlayan annesi söylendikçe söylenir, sonunda babası yetişirdi imdadına.

"Çocuktur, ne yaparsa yapsın kusura bakılmaz." diyerek annesini yatıştırmaya çalışsa da bunda pek başarılı olduğu söylenemezdi. Annesi ceza olarak elbiselerini kendisinin yıkamasını söyler, sonra da ardına bakmadan giderdi. Ahmet ise kıyafetlerini çamurdan arındırmak için meydandaki çeşmeye gittiği zaman kendisi gibi anneleri tarafından cezalandırılmış arkadaşları da çok geçmeden gelirlerdi. Çamurlu yollarda yaptıkları yaramazlıklara bu defa çeşme başında devam ederler ve giydikleri kuru kıyafetleri de ıslatırlardı. Yani aldıkları cezanın onlara pek bir faydası olmazdı. Çocuk olmak, daha da önemlisi çocuk kalabilmek, yaşadığımız hayatta son nefesimize kadar anlatacağımız sayısız anılar kazandırır bizlere. Çok şeyi özlemle anarız hayatta, bunların başında da şüphesiz çocukluğumuz gelir. Ahmet, ciğerlerine doldurduğu nefesi ağır ağır salarken devam etti:

"Dua etmeyi öğrenmeye gerek yok yavrucuğum. Dua kendiliğinden gelir dilimize, bizi yaratan Allah'tan ne diliyor, ondan ne istiyorsak onu söyleriz. Ellerimizi açarız ona ve bize yardım etmesi için yalvarırız."

Mahmut gözlerini kapattı. Çocuk kalbinden neler geçtiğini babası anlayabiliyordu. Ne zamandır evladına geçmişin güzelliklerine dair sayısız anıdan bahseder olmuştu. Babasının da çamurlu sokakları özlediği her hâlinden belliydi. Zaman hayli ilerlemişti, o andan itibaren sadece gönüllerin konuştuğu bir sessizlik çöktü odaya. Ahmet, dizlerinde uyuya kalan evladını yatağına götürürken dualarına devam ediyordu:

"Allah'ım sen büyüksün; ne eylersen güzel eylersin, bize yardım eyle."    

Ahi EvranHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin