benim yerle, gökle ne işim var?

78 7 3
                                    

Üzerimdeki tedirginliği atmak için tekrar, tekrar ve tekrar yutkunuyorum. Burada ne işim olduğu, babamın beni neden peşinden buraya sürüklediği hakkında bir fikrim yok. Ne ararım, bu kırmızı masadan ve dönen oyunlardan, ne anlarım?

"Tanrı aşkına, bu kadar şanslı olmak zorunda mısın?" diye bağırıyor, elinde ne varsa yitirmeye gelmiş, yegane başarısı da başarısızlık olmuş bir adam. Hırs bürümüş bile gözünü, yenilmeye asla doymuyor gibi bir açlıkla bakıyor dönen rulete. Korkumun katlanmasına engel olamıyorum.

"Elbette, buraya şans meleğimle geldim." diye yanıtlıyor, önümdeki adam bana bakıp sırıtarak. Baba kelimesini kullanmaya tiksiniyorum artık üzerinde.

Kumar oyunlarına yatkınlığını biliyorum, bu uğurda annemi kaybettiğini de. Başından beri bilsem bile buraya beni de kaybetmek için geldiği düşüncesi beni çok, çok ürkütüyor.  İnanmak istemiyorum asla ama siktiğimin kaderi işte, eğer bu adamla yaşıyorsam çok bile kalmışımdır evimde. Berbat.

Ve birden karşıdaki top sakallı adamın şansı dönüyor. Zarlar onun için atılıyor, paralar onun için bağırıyor ve burası zafer kokması gerekirken bize mağlubiyet kokuyor. Belki biraz stres, o da sadece bana.

"Şans meleğini istiyorum."

Titriyorum. Korkudan; düşündüğüm her şeyin başıma gelmesinden. Bu sonbahar mevsiminde, Tanrı'nın unuttuğu bir yerde, savrulmuş bir yaprak gibi titriyorum.

"Senin olsun." diyor babam. Senin olsun, aynı annem için söyledikleri gibi.

Kafayı yemiş gibi bağırmak, ağlamak istiyorum burada. Sen çıldırmışsın, demek istiyorum kirli yüzüne. Sen çıldırmışsın, ve ben burada olmak istemiyorum.

Unutulmuş bir gece, unutulmuş bir yerde bahis yerine konuyorum, dünyada en nefret ettiğim insan tarafından. Artık canımda acıyacak, ruhumda kırılacak bir yer kalmamış. Sadece gururum eziliyor ve ben, anneme üzülüyorum. Sadece ufak bir çocuk gibi annemi istiyorum diyerek ağlamak, belki beş sene öncesine dönmek istiyorum.

Ah, bir de gözümden yaş gelsin istiyorum ama nafile, kendi kendine direniyor bana, eli kolu varmış gibi.

"Ona iyi bakacağım, inan bana." diyor ve sararmış dişleriyle bir gülümseme sunuyor bana, en az elli yaşındaki adam. Gözlerimin önünde satılıyorum ve ben, Do Kyungsoo, buna lanet gözlerimi yummaktan başka bir şey yapamıyorum.

Güçlü durmaya çalışsam bile kendimi bütün duvarları kırılmış, yıkılmaya yüz tutmuş bir kale gibi hissetmekten başka bir şey düşünemiyorum. Değersiz hissediyorum, çünkü son derece değersizim. Babasının bile değer vermediği bir insanın toplum içinde yeri olmamalıdır, diyorum kendi kendime. Çünkü oksijen israfından başka hiçbir işe yaramaz.

Ben buyum. Tamamen boşverilmiş, unutulmuş, gidenin arkasına dönüp bakmaya tenezzül bile etmeyeceği bir kül. Üstelik kimseye de zararım dokunmamışken bunca yıl.

Kalbimdeki ağırlık yeniden hissettiriyor kendini, sıçrıyor hastalıklı zihnime. Başımın döndüğünü hissediyorum, dudaklarımı aralasam bayılacağım ama buna dahi mecalim yok.
Bu, farklı. Sevilmediğinin farkında olmaktan, kendini bir fazlalık gibi hissetmekten çok, çok farklı. Ve ben bunu kaldırabilecek kadar güçlü bir adam değilim, olamam da. Olmak zorunda da olmamalıyım.

Acizliğin beter iğrençliği kaplamış vücudumu. Bu olaylarda en masum rolü bendeyken, en zararlı çıkan da ben oluyorum bu masadan. Hiç oyuna oturmadan kaybeden, ben.

Yutkunamadığım bir sırada, herkes masadan kalkıyorken, bir el kavrıyor bileğimi. Ama nasıl bir el. Soğuk, yaralarla pütürlü ve esmer. Güven verircesine sıkıyor, süt beyazı tenimi. İz kalacağını biliyorum orada, tenimin bile hassas olmasından bir kez daha nefret ediyorum o an.

dolu şehrin boş salıncakları |kaisooHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin