"Her şeyi kaybettim sanırım. İşim, ailem ve şimdi de sen. Sırada ne var? Bu aptal bedenim mi?" Elimi bırakıyor ve bu sefer izin veriyorum ona. Yanımdan kalkmak istediğinin farkındayım, birkaç kez özür diliyor bana. Duymuyorum onu, duymak istemiyorum. Bu dünyada en çok sevdiğim sesten nefret ediyorum, en çok ihtiyacım olan sesi duymak istemiyorum.
Aylar önce işten atıldığım gün aklıma geliyor, patronuma terslenip bir kadına âşık olduğumu açıkladığım gün. Taeyeon ile yıllardır hayalini kurduğumuz evliliği gerçekleştirebilmemiz için atılması gereken adımlardan biriydi bu. Amerika'da bir iş aramaya başlamıştım bile. Oraya gidip birlikte mutlu sonumuza doğru koşabilmek için. Sonra annem ve babam öğreniyor kovulduğumu işten, daha fazla saklamıyorum onlardan Taeyeon'u sevdiğimi. Kapı yüzüme kapanıyor.
Sahip olduğum tek şey, tek kişi duruyor karşımda. Gitmesi bile artık bir umut benim için, sadece beni sevmiyor olması bile bir umut. Onun uğruna her şeyi kaybederken ben, nasıl çıkıp da karşıma söyleyebilir sevdiğini bir başkasını?
"Böyle şeyler söyleme," elime uzanıyor bir kez daha ama kaçıyorum ben. Çekiyorum ellerimi uzaklara, ondan uzağa, umutlardan uzağa. Benimle oynamasına izin vermek istemiyorum. Ağlayamıyorum, gözyaşlarım kurumuş olmalı. "Sooyeon, kendine zarar verirsen seni asla affetmem."
Gülüyorum. Gözlerine bakıp gülüyorum.
Hatırlıyorum oysa, bir zamanlar, çalışmaya başladığımız o ilk günleri. Endişeyle kaplandığımız, yorgunluktan birbirimizle kavga ettiğimiz ama yine de birbirimize sarılmadan uyuyamadığımız günleri. Asla, bir gün olur da, benim yerime başkasını sevebileceğini düşünmemiştim.
"Hiç başka biriyle olmak istiyor musun böyle zamanlarda? Kavga ettiğimizde falan." Korkarak sormuştum, neredeyse her hafta başka bir şey yüzünden kavga ediyorduk. Yeni, daha güzel ve daha büyük bir dairemiz vardı artık. Ev işleri biniyor, işlerimiz biniyor, değil birbirimize kendimize bile boş vakit bulamıyorduk artık. Hayat bize çelme takmakta ustaydı, büyüdükçe her şeyin daha da iyiye gideceğini düşündüğümüz ama aslında her şeyin daha da kötü olduğunu anladığımız günlerdi.
"İlk defa saçmalayan kişi ben değilim," gülmüştü. Bir saat kadar önce birbirimize küfürler saydırarak bağrıştığımızı unutmuş gibi sarmıştı kollarını bana. Boynuma küçük, tatlı bir öpücük bırakmıştı. Elleri, bedenimi okşamaya başladığında gözlerimi yumup onun sıcak ve rahat kucağına bırakıvermiştim kendimi. "Sadece seni istiyorum ben."
Bazı insanlar yalan söyleme konusunda çok iyi olmalı, değil mi Taeyeon?
Oysa ben de inanmıştım söylediklerine, içinde endişeler dolu olsa da, ben de istemiyordum ondan başkasını. Kavgalarımızda bir kazanan olmazdı, hep sonunda sarılır öpüşür ve sevişirdik. Nasıl atlatmamız gerektiğini biliyorduk ve tüm bu kavgaların nedeninin hayatın bize yüklediği o taşınılmaz yükler olduğunun farkındaydık. Böyle zamanlarda ailelerimizin ilişkimizin farkında olmasını isterdik, belki bir yardımda bulunurlar diye. Ama yirmilerin ortasına gelmiş, kendi paramızı kazanmayı başarmış olsak da bunu yapacak gücü bulamıyorduk.
Sanırım, o zamanlar itiraf etmiş olsam böyle büyük bir acı çekmezdik.
Belki de her şeye geç kalmıştık, doğru söylüyordu Taeyeon.
Güldüm, "çok geç artık."
Beni affetmemesini umursamıyordum.
Ben çoktan bir ölüydüm.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
would u love me the same? • taengsic
Fanfiction"Gitme," yalvardım. "Hoşça kal," yine de gitti. //taengsica fanfiction.