Pencere pervazına alnımı dayamış sokağı izliyorum. Ağzımdan çıkan sıcak nefes camı buğulandırıyor. Öyle ki arada bir camı elimin tersiyle silmek zorunda kalıyorum. Dışarı da kar yağıyor usul usul. Bahçedeki ardıç, akasya ve dut ağacının dallarında birikiyor. Caddeleri, sokakları, yolları, evlerin kiremitlerini, arabaların üzerini, yürüyenleri, koşanları, düşenleri, kedi ve köpekleri... Kısaca kenti baştan aşağı beyaza boyuyor.
Bir güvercin konuyor penceremin kenarına. Korkutuyor beni, o da korkuyor. Uçup az ilerdeki akasya ağacının dalına tünüyor. Dal şöyle bir sallanıyor, üzerine biriken karlar yere düşüyor. Oradan beni izlemeye başlıyor. Acaba ona zarar verir miyim? İlkel bir içgüdüyle buna karar vermeye çalışıyor. Sonra beni unutup kanatlarının altını gagalamaya başlıyor.
O sırada iki serçe kovalaşır gibi karşı evin çatı oluğundan içeri giriyor. Sanırım orada yuvaları var. Belli aralıklarla bir tanesi çevreyi kolaçan etmek için mi ne, dışarı çıkıyor. Kanatlarını çırparak, bir defa ötüp bekliyor.
"Cik".
Bu sesi belli belirsiz duyuyorum. Ardından yine içeri giriyor. Dişisine "dışarıda her şey yolunda" diyor galiba. Bir aile olduklarını düşünüyorum. Ne güzel. Karın yağışına ve benim onları izlememe aldırış etmiyor, kendi doğal alanlarında kendi doğallıklarını sürdürüyorlar. Kar bu arada şehri bir gelin gibi giydiriyor.
Saat altıya yaklaşırken, bir fabrika servisi yanaşıyor durağa. Mesaisi biten tekstil işçilerini birer ikişer durağa kusuyor. Minibüsten inen her işçi mahallenin alt sokaklarında bulunan yoksul evlerine doğru hızlı adımlarla yürümeye başlıyor.
Birbirleriyle konuşmadan, birbirlerine laf atmadan sessizlik içinde ilerliyorlar. Çoğunun babasını, babasının babasını tanıyorum. Bunlar ilk gençlik yıllarından beri bir yerlerde işçi olarak çalışıyor, verirlerse evlerine bir parça ekmek götürüyorlar. İşçi olarak başlayan hayatlar, işçi olarak devam ediyor ve eğer iş kazasında ölmezlerse felek bir punduna getirip günün birinde bu kişilerin canını kuytu bir köşede alıveriyor. Yani yine de işçi olarak ölüyorlar...
Başkaca rolleri olmuyor dünyada. Yaşamları, birileri kesesini daha çok şişirsin, birileri haklarını daha çok gasp etsin diye ölümüne çalışmakla geçip gidiyor. Yorgunluktan ve kaderin kendilerine uygun gördüğü yükün ağırlığından olsa gerek her birinin omuzları genç yaşta çöküyor. Çökmeyip de ne yapsın? Tüm sorumluluklar ve kaygılar bu omuzların üzerine asılmış. Tıpkı soba teline çamaşır asar gibi...
Belki de bu yüzden karda yürüyüp izlerini belli ediyorlar. Olamaz mı?
Ölesiye yorgun ve bezginler. Sanırsınız ki hayat acımasızca bu insanların üzerinden geçmiş... Sanırsınız ki biraz önce koca bir dağı yerinden söküp çok uzaklara taşımışlar... Öylesine bitkin görünüyorlar.
Bir cenaze alayını andırırcasına kederli ve hüzünlüler...
Yüzlerinden bitkinlikle karışık umutsuzluk akıyor, art arda köşeyi dönüyorlar. Aralarından bir tanesi elinde küçük mavi bir alışveriş poşeti taşıyor. Acaba içinde ne var? Çocuklarını sevindirmek için alınmış çikolata veya şeker mi? Ya da belki bir oyuncak. Hediyenin sahibi erkekse bir araba örneğin, kız çocuğuysa bir bebek...
Telefon çalıyor.
Onun sesi, düşüncelerimle gerçek dünyayı bıçak gibi ikiye ayırıyor. İrkiliyorum. Soğuk bir ürperme geçiyor bedenimden. Tüylerim diken diken oluyor.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Değişim Zamanı
General Fictionokudukça anlayacaksınız ki, bu aslında senin, benim, onun kısaca hepimizin hikayesidir...