Ne Başlangıç Ne Son

31 10 7
                                    

     Etrafımda cansız yatan meran bedenlerinden yükselen iğrenç koku genzimi yakıyordu. Vücudumdaki sayısız yaradan ince ince kan sızarken, uğruna büyük kayıplar verdiğim hatıra taşını bir ödül gibi kavradım. Yanıbaşımdaki, belden aşağısı bir yılan gibi uzanan, gövdesi ve başı ise insandan farksız olan yaratığın, ölüme inat çırpınan kuyruğundan, olabildiğince uzak durmaya çalışıyordum. Kuyruğun ucundaki iğnesi, hem ustura kadar keskin, hemde ölümcül derecede zehirliydi. Çarpışmanın ateşi sırasında bu iğnelerden vücuduma saplanıp saplanmadığını kestiremiyordum. Aklıma Meranlara dair hatırladığım aptal bir şarkının dizeleri geldi.

        "Odval gezerken dağlar arasında
         Sıkışmış bir kadın gördü taşlar altında
         Yardım eli uzattığı anda
         Farketti o bir merandı aslında
         Tuttu Meran biranda
         Çekti Odvalı kayaların altına
         Götürdü karanlık puslu yuvasına"
  Mırıldanırken  kahkaha atmaktan alamadım kendimi. Sonunda amacıma ulaşmıştım ama ne uğruna. Muhtemelen bu karanlık dehlizde ölmek üzereydim. Ölesiye nefret ettiğim yaratıkların arasında, bedenim çürüyüp heba olacak ve en kötüsüde kimsenin beni aramıyacak oluşuydu.

     Ayağa kalkmaya çalıştığımda bacağımın arka kısmındaki kesiğin düşündüğümden daha derin olduğunu ve bu şekilde yürüyemeyeceğimi farkettim. Tekrar bir kahkaha atıp yakınımdaki ölü merandan birazdaha uzaklaştım. Burdan tekrar çıkabilmeyi düşünmek, çorak yurda kar yağdığını hayal etmeye benziyordu. Kemikler şehrinin altında, sadece sürünerek ilerlemenin mümkün olduğu, sayısız  daracık tünelle birbirine bağlı yuvalar arasında yolumu bulsam bile, yüzeyde kadimler labirentini aşabilecek gücümün olduğunu sanmıyordum. Meran yuvalarına girip çıkabilmenin başka bir yolu daha vardı lakin bir atlama taşı için kraliçe meranlardan birisini bulmak gerekirdi ki bu benim şimdiki durumumda labirenti aşmak kadar zordu.
 
    Avucumun içine tam oturan, küre biçimindeki hatıra taşına bir an gözlerim takıldı. Bembeyaz  yüzeyinde tek bir pürüz dahi yoktu. Bakışlarım altında yüzeyindeki beyazlık, sanki gök yüzündeki bulutlar gibi parça parça dağılmaya başlamıştı. Küreyi, kemerimde asılı duran kesenin içine koymak için kendimi oldukça zorlamam gerekti. Uzun zamandır tek amacım hatıra taşını bulmaktı ve sonunda kadim labirentin merkezinde amacıma ulaşmıştım. Sonrası ise tam bir kargaşaydı. Her köşeden meranlar çıkıp üzerimize saldırmaya başlamışlardı ve gurubumuzdaki tüm yol arkadaşlarım birer birer hayatlarını kaybettiler. Bense onları kaybetmenin acısıyla çılgına dönüp meranların ıslak ve kaygan tünellerine girerek yuvalarına ulaştım. Acıdan gözüm kör olmuşçasına on dört farklı yuvaya girdim ve önüme gelen her meranı öldürüp, sonunda bu izbe, geniş yuvada bitap düşmüştüm. İçimdeki ses, küreye bakmamı söylesede, göreceğim şeylerden hoşlanmayacağımı bildiğimden, okadarda önemli gelmiyordu. Geçmişime göz atabilmek uğruna tüm sevdiklerimi kaybetmenin acısı, hayatımın silinen yıllarını öğrenme arzusunun üstüne çıkmıştı.

       İçerideki tünellerden birini daha rasgele seçip çıktığı yuvaya kadar ilerlemek dışında bir isteğim yoktu. Böylece ölene kadar öldürecektim. Fakat şimdi, yerimden kımıldayamaz haldeyken, bu düşünce oldukça komik geliyordu. Dahası içimi saran öfkenin alevi dinmişti ve artık ölmek, okadarda cazip bir fikir değildi. Tek ihtiyacım olan yeni bir amaçtı ki onuda bu dehlizde bulamayacağımı bildiğimden, olduğum yere çaresizce yaslanıp kendimi bıraktım.

       Acı ve öfke dolu bir yakarış, yuvanın kaya duvarları arasında yankılanınca, içine düştüğüm bilinçsizlikten sıyrıldım. Nekadar zamandır o şekilde yatmaktayım kestiremiyordum. Hiç kımıldamadan etrafımda neler olup bittiğini anlamak dışında bir harekette bulunmadım. Sonra onu gördüm.     Üç metre kadar önümdeki ölü meranın başına dikilmişti. Diğerlerinden farklıydı. Pullarla kaplı sürüngen bedeni, neredeyse zarif boynuna kadar uzanırken, birtek yüzü masum bir kadının hatlarına sahipti. O yüzün karşısında kaç insanın dönüşüm geçirdiğini düşününce içimdeki nefret ateşi yeniden canlanmaya başlamıştı. Meran önümden hızla sürünerek, göremediğim bir başka cesedin yanına gitti. Hantal görünümlü vücudu, zarif bir kıvraklık ve çeviklikle hareket ediyordu. Beni ölü sanmış olmalıydı. En azından bunun içi şanslı hissediyordum. Nereye gittiğini anlamak için çok yavaş hareketlerle çevreye bakındığımda, bir köşede sessizce ayakta duran iki kızı gördüm.

    Aralarındaki benzerlikten kardeş oldukları gerçeği gün gibi ortadaydı. Büyük olanı on altı yaşlarında, diğeri ise en fazla on üçündeydi. Etraflarında olanlara, ilgisiz, boş gözlerle bakıyorlardı. O an dönüşüm için sokulmuş olduklarını anladım ve eski halimi düşününce onlar için üzüldüm. Büyük kardeşin yaşı, dönüşüm için muhtemelen geçmişti ve bu onu acı dolu bir ölümün beklediği anlamına geliyordu, fakat küçük olanı... İşte o, masum güzelliğini kaybedip, dönüşümü tamamlayarak, nefret ettiğim meranlardan birisi olabilecek yaştaydı. Şuan için bildikleri her şeyi unutmalarını sağlayan kraliçe zehirinin   kurbanıydılar. Böylece dönüşüm bittiğinde küçük kız kendini doğduğu günden beri meran sanacaktı ve onlar tarafından yetiştirilip, aptal hiyerarşilerinde en alt kademelerde yer   alacaktı. Diğer kızdan bahsetmiyorum bile. Onu sadece acılı bir ölüm bekliyordu. En azından şuan için dönüşüm çemberi oluşturmamışlar diye düşündüm ve bir anda içine düştüğüm durumu anladım. Girdiğim son yuva bir dönüşüm yuvasıydı. İçeride öldürdüğüm meranların hepsinin dişi olmasına ilk başta şaşırmış olsamda şimdi anlam kazanmıştı.

      Başı ve kolları hariç, tüm vücudunun yılan biçiminde olmasıyla, diğerlerinden  farklı bir görünüme sahip kraliçe, cesetler arasında haykırarak ve küfürler savurarak gezerken, varlığıyla kurtuluşuma ümit verdiğinin farkında bile değildi. Tek bir şansım olduğunun bilincindeydim. Ürkütüp kaçırırsam bu yuvada, bilinçsiz iki kızla ölüp gidecektim. Eğer kendisinden zayıf olduğumu düşünürse intikam için beni parça parça etmekten keyif alacaktı.

     Yanı başımda duran iki kabzayı kavradım ve arkalarını birbirine değdirerek birleştirdim. Sadece kullanan kişinin iradesiyle birleşip ayrılabilen bu iki kabzanın ucunda, zihnimde canlandırdığım hemen her silah buzdan şekillenebiliyordu. Ruh ağacından, unutulmuş çağlarda yapılmış, benzersiz ve taşımaktan herzaman gurur duyduğum bir silahtı. Parmaklarım kavrayınca, verdiği soğukluk hissinin içimi ürpertmesine izin verdim ve silahın gücüne teslim oldum. Kısa bir an sonra beni kabul etmişti ve soluk mavi, buzdan parçalar, kabzaların iki ucundan uzanarak kısa bir mızrak şeklini aldı. Mızrağın etrafında, içerisinin ıslak sıcaklığı yüzünden ince bir buhar tabakası oluşmuştu. Ayaz diş adını vermiştim silaha. Bir zamanlar içinde barındığım sürünün ismi. Hem geçmiş hatalarımı hatırlatıyor, hemde silaha hakkıyla yakışıyordu. Kraliçeyi kaçırmamak için mızrağı pelerinimle gizledim ve kendimi olduğumdan çok daha güçsüz göstermeye çalışarak, boşta olan elimi kızlara doğru uzatıp "Yardım edin" diye seslendim.

        Kraliçe sesimi duyduğu an hızlıca tünellerden birinin ağzına çekildi. Ardından yerde yatan ve kımıldamakta zorluk çeken halimi görünce kaçmaktan vazgeçti. Neredeyse hiç ses çıkarmadan hareket ediyordu. Ölüm kadar sessiz diye düşündüm içimden. "Kim var orada" diye korkuyla seslendim rolüme devam ederek. Sesimdeki korku kraliçenin öz güveninini iyice artırmış olacakki biraz daha yaklaşmıştı.

      "Lütfen biri bana yardım etsin. Burada ölmek istemiyorum"

     Bir anda tam karşımda belirince gerçekten korktum. Soluğunu yüzümde hissedebiliyordum. Hızı ve sessizliği karşısında dehşete düşmemek elde değildi. En ufak bir hatamda rahatlıkla kaçabilirdi. Meranlar hakkında bildiğim en büyük zayıflıklarını kullanma zamanımın geldiğini anladım. Bütün meranlar bilgiye ve öğrenmeye oldukça açtılar.

    Yemyeşil gözlerini üzerime dikmiş benimle ne yapması gerektiğini düşünürken "Eğer bana yardım etme sözü verirsen sana burada neler olduğunu anlatırım." dedim.

    Homurdanma ve tıslama arası bir ses çıkardı. Yüzü kusursuz bir heykeltraşın ellerinden çıkmışçasına güzeldi. Bedenini kaplayın kızıl ve siyah pullar, içerideki fosforlu bitkilerin, yeşil tonlu yetersiz aydınlığını yansıtıyordu.

     "Anlat" dedi kısaca ve benden uzaklaşıp göremeyeceğim bir yere çekildi.
     "Bir adam vardı" dedim. "Kendisini izlersem beni büyük bir hazineye götüreceğini söyledi. Taşıyabileceğim kadar altını almama izin vericekti. Tuhaf görünümlü bir taş kullandı ve kendimizi burada bulduk. Sonra birden herkes üstümüze saldırdı."

   "İnsanlar ve aptal altın hayalleri. Nasıl bir taş."

   "Dediki istediği zaman istediği yere gitmesini sağlayan bir taşmış. Önce inanmadım ama biranda buraya gelince."
 
    Kraliçe bir anda tekrar yanımda belirmişti. Zarif parmaklarının arasında, garip sembollere sahip olan üçgen şeklinde bir taşı göstererek. "Bunun gibimiydi."  Dedi.

   Meranlar hakkında tecrübe ettiğim bir diğer şey ise kurnaz ve akıllı olup, hiç bir şekilde zihinlerine giremediğimdi. Bir tür tuzak soru olduğunu düşündüm. Daha önce hiç atlama taşı görmemiştim. "Hayır" deyip tepkisini bekledim.
 
   Tekrar yanımdan uzaklaşmıştı. Gerginlikten kendi kalp atışlarımı duyabiliyordum. Tek bir hata yapma şansım dahi yoktu.

     Bana uzunca gelen bir sessizliğin ardından "Benden korkuyormusun." diye sordu.

    "Evet."

    "Korkmalısında" dedi kendini beğenmiş bir edayla. "Bana yalan söylediğini anlarsam en kötü kabuslarınla dolu, sonsuz bir rüya görmeni sağlayabilirim."

     Olabildiğince korkmuş görünmeye çalışarak   "Lütfen ben sadece buradan çıkmak istiyorum." Dedim.

     Bir tiyatro oyuncusuna şapka çıkarttıracak kadar iyi bir oyun sergilemiş olmalıyımki Kraliçe saklanmayı bırakacak kadar kendine güven duymaya başladı. "Kuralları biliyorum. Sana sunabileceğim üçtane beğendiğin hediyem olursa bir dileğimi yerine getirmek zorundasın." diye öne çıktım.

   Bir kahkaha attı. Görüntüsündeki iğrençliğin aksine, ruhu okşayan, yumuşak, tatlı bir kahkahaydı. Bir kızın cilve yapışı gibiydi. Belkide içinde kalan son insanlık kırıntılarından kalma bir hareketti. "Nelerde bilirmiş bak sen." dedi eğlenir bir edayla.

    "Okuduğum kitaplarda daha pek çok şey öğrendim."

     Elini kitap konusunu geçiştirmek istercesine salladı. "Şu hediyelerinden bahset bakalım."

    Sesimi bir ton alçaltarak  "İlki senin için önemli olabilecek bir bilgi eğer kabul edersen."  Dedim.

    "Hile mi yapmaya çalışıyorsun. Önce ne olduğunu söyle sonra belki kabul ederim."

    "Eğer söylersem kabul etmesende bilgiyi öğrenmiş olursun. Ama ipucu olarak beni buraya sokan adamla ilgili olduğunu söyleyebilirim."

     "Bir insan için fazla kurnazsın" dedi. Şikayet ediyor gibi değil, meraklı ve hoşnuttu. "Pekala kabul ediyorum."

     Sesimi biraz daha alçaltarak odadaki dört tüneli işaret edip "Bu tünellerden birinden gitti ama geri gelip beni alacağını söyledi."

     Dediklerimi daha iyi duyabilmek için yanıma biraz daha yaklaşmıştı. Sözlerim beklediğim etkiyi yaratmış olacakki tünellerin olduğu yerdende uzaklaşmıştı. Artık, soydaşlarını öldüren gizemli kişiyle karşılaşma tehlikesini göze almadan, tünellerden kaçmaya kalkamazdı.

      "İkinci hediyem  yabancının hangi tünelden gittiğini söylemek kabul ediyormusun." Sesimi biraz daha azaltmıştım ve rahat duyabilmek için farkında olmadan dahada yaklaşmıştı. Aramızdaki mesafe en fazla iki metre kadardı.

         "Kabul"

      "Soldan ikinci." Sesim artık bir fısıltıdan farksızdı. Sanki  gizemli adam, tünelin gerisinden beni duymasın ister gibiydim.

    "Peki ya üçüncü hediyen ne." Diye sabırsızlıkla sordu.

   "Önce dileğimi söyleyeyim, kabul edersen üçüncü hediyem hepsinden daha önemli olacak."

   Merak ve bilgi açlığının kraliçeyi sarıp sarmaladığını ve bana dair tüm şüphelerini yokettiğini hissedebiliyordum. Şu an beni değerli bir bilgi kaynağı olarak görüyordu.

   "Dileğini söyle insan"
 
   "Buradan beni ve bu iki kızı çıkaracaksın. Tabi ceset olarak değil. Tamamen canlı olarak ve kızları eski haline getireceksin."
  
    Öylece duruyordu. Hiçbir tepki vermeden düşünceler içindeydi. "Kabul" dedi bir an sonra  "Fakat kızları eski haline getiremem. Zehir geri döndürülemez. Uygunmudur."
  
    Cevap vermek yerine korkuya kapılmış bir şekilde arkamdaki nemli duvara iyice yaslandım. Pelerinin altında gizlemekte olduğum ayaz dişin soğukluğu bana güven veriyordu. Silah rahatça gizlensin diye fazla uzun olmamasını sağlamıştım. Güçlükle ayağa kalkmaya çabalıyordum ki Kraliçe iyice yanıma yaklaştı ve sabırsızca "Üçüncü hediyen ne insan" dedi.
    
     Hiç aldırış etmedim. Hala korkmuş rolünü oynuyordum ve bakışlarımı kraliçenin arkasındaki tünellere odakladım. İyice yanıma yaklaşmıştı. Soluğunu yüzümde hissediyordum. Arkasındaki tünelleri işaret ederek kulağına "O burada"  diye fısıldadım.
    
     Herşey biranda oldu. Kraliçe, beni tamamen arkasında bırakacak şekilde hızla geriye döndü. Kuruğunun ucundaki zehir saçan iğne, tehditkar bir şekilde ortaya çıkmıştı. Gözleri tünellere bakıp, hayali hedefini ararken, mızrağımı hızla yaratığın kuyruk kısmına savurdum. Kırılmaz buzdan kısmın eti delip toprağa ulaştığını, sonrada su gibi toprağa yayılıp yapışarak tekrar donduğunu hissettim ve mızrağı o şekilde saplı bırakarak yana doğru takla atıp kraliçeden uzaklaştım. Acı dolu çığlığı duvarlarda yankılanırken çılgınca debeleniyordu.
   
      Bir süre boyunca çırpınıp tehditler savurmaya devam etti. Eğer normal bir mızrak olsaydı çoktan ya kırılırdı yada kraliçe kendisini kurtarırdı fakat ayaz diş onun tüm kanını donduruyordu. Hareketleri giderek yavaşladı ve sonunda yenilgiyi kabul ederek yere uzandı. Meranlar yılansı yaratıklardı ve soğuğa karşı tüm yılanlar gibi dayanıksızdılar.
     
      "Çemberi bozan sendin" dedi. Gerçeği kendine itiraf eden bir sesle konuşmuştu.
     
      "Evet" diye cevapladım. Ses tonumdaki acımasızlık onu ürkütmüş olacakki yattığı yerde iyice kıvrıldı. Ayaz dişin her geçen dakika onu ölüme yaklaştırdığının farkındaydım. Sadece yakalamasını istemesem, kraliçenin vücudundaki ısıyı, aç bir hayvan gibi tüketeceğini ve geriye buzdan bir heykel bırakacağını biliyordum. Yanına yaklaşıp, ayaz dişin, ruh ağacından yapılma tutulabilecek tek yerini kavradım ve buz olan kısmından ayrılmasını sağladım. Böylece kraliçeyi ölüme daha fazla yaklaştıramayacaktı. Şimdi elimde her birinde üç tane küçük yakut benzeri taş olan iki parça ağaçtan kabza vardı. Her kabzanın ucunda dört parmağı geçmiyen küçük bir kesici kısım bulunuyordu. Bir hançerden daha fazla ölümcül durmasada en sert çeliği bile kolaylıkla kesebilyordu. Buzdan parçalar bu kesici kısımların ucunda şekilleniyordu.
   
    "Benide öldürecekmisin" diye sordu korkuyla. İnsana benzer tek parçası olan yüzüne olabilecek en masum ifadeyi yerleştirmişti.
  
     "Bu sana bağlı çünkü üçüncü hediyem canın olacak."
   
      Kraliçenin vücuduna saplı buzdan parça ortamdaki sıcaktan hızla erimeye başlamıştı. Bu benim için pek sorun değildi zira tümden erise bile kraliçenin eski haline gelebilmesi saatler alacaktı.
    
      "Yani dileğinde kararlısın, buradan canlı ve kızlarla çıkmakta"
 
      "Evet ve karşılığındada üçüncü hediyeni alacaksın."
 
     "Anlaştık." Diyerek derisinin  altındaki  keseden büyük bir disk çıkardı. Bir yemek tabağını andıran diski  ortaya koyduktan sonra ne yapmamız gerektiğini anlattı. Kızlar hiç birşeyin farkında olmadığından onları yönlendirmek bana kalmıştı. Neyseki çok uğraştırmadan Kraliçenin etrafında el ele tutuşup bir halka oluşturduk ve ben aklımda hatırasını oluşturabildiğim en net yere odaklandım.

    "Gitmeden önce şunu bilki senin bana verdiğin iki hediyede birer yalandan ibaretti." dedi Kraliçe. "Yinede hayatımı iki hediyeden sayıyorum ve üçüncüsünü kendim alıyorum."
  
    Daha ben ne olduğunu bile anlamadan kendimi hatıralarımdaki, ayaz diş sürüsüne tepeden bakan, yaşlı ana Nizura'nın kulübesinin önünde buldum. Şaşkınlıktan nutkum tutuldu adeta. Yanımda sadece yaşı büyük olan kız vardı. İkimizde kraliçenin yuvasında durduğumuz şekilde yerde bağdaş kurmuş oturuyorduk. Kız sanki hiç birşey olmamış gibi elimi tutmaya devam ederek boş gözlerle dağın yamacından manzarayı izliyordu. Küçük kızı ise kendine hediye seçmişti. Bir kayıp daha diye düşündüm.
 
    "Düşünürsen kaybettiklerini hep, yaşayamazsın  sevinç kazandıklarından Kayra."
   
     Tanıdık bozuk aksanlı ses tam arkamdan gelmişti. Dönüp bakınca Nizura'yı, küçük kulübenin kapısının önünde görünce içimi saran sıcak bir mutluluk hissettim. Geçen yıllar onu hiç değiştirmemişti. Bir zamanlar Shali' nin dediği gibi belkide yeterince yaşlandığı için daha fazla yaşlanmıyordu kadın.
   
     "Arayışını sonlandırdın ve ayakların seni evine getirdi mi sonunda"

     "Evet yaşlı ana."
  
     Yüzünde kederli bir ifade belirdi ve sonunda "Hadi içeri girin dışarısı soğuyacak." diyerek küçük kulübeye girdi.
   
     Tek odalı kulübenin içerisinde de hiç bir değişiklik yoktu. Yaşlı ana herzamanki eli bolluğuyla hızlıca bir sofra kurdu. Sınırlı yiyecek stoğunuda bizim için fazlasıyla tükettiğini tahmin ediyordum ve ilk iş olarak Nizura için iyi bir av bulmayı aklıma yazdım.

     Yemeğimizin sonlarına doğru  "Ona bir isim verdin mi?" Diye sordu kızı kastederek.

    Önüne konulanları dalgın bir şekilde yemekte olan genç kıza baktım. Bir isim vermek hiç aklıma gelmemişti.
  
     Nizura  insanın içine işleyen bakışlarıyla kıza bir müddet baktıktan sonra "O Arishi. Ama sen ona Aris diyebilirsin." dedi.
   
     Yaşlı ananın söylediği ismi düşündüm. Yalnız kalan anlamına geliyordu. Tamda kızın şuanki durumunu ifade eden bir isimdi. Nizura masadan ayrılarak, tuhaf bitkilerle tıka basa dolu olan rafların arasından birşeyler aradı. Sonra topladıklarını ateş taşlarının üstündeki büyük tencerede kaynamakta olan suya attı. İçeriye hemen güzel bir koku yayılmıştı. Çocukluğumdan tanıdığım ve düşüncelerimi o yıllara götüren bir kokuydu. Aris daha tabağındakiler bitmeden oturduğu yerde uyuklamaya başlayınca yaşlı ana yardım etmemi istedi. Beraber kızı içerideki dört yataktan, pencere kenarındakine yatırdık ve yumuşak kürklü bir battaniyeyle üstünü örtük.
   
    Daha sonra yaşlı ana işaret edince kulübeden dışarı, Harranion'un soğuk havasına çıkmak için ayağa kalktım. Kapıdan çıkmadan önce dönüp bir kez daha Aris'e baktım. Solgun yüzüne huzurlu bir uyku yerleşmişti.
  
    Soğuk içimi ürpertince pelerinime sarıldım. Hava iyice kararmıştı. Gök yüzü, tek bir yıldız ışığının dahi sızmasına izin vermeyecek kadar bulutlu olmalıydı.
  
    "Anlat" diye bir cümle belirdi zihnimde. Yaşlı ana karla kaplı zemine deri bir örtü serip üzerine oturmamı işaret ediyordu.

   Karşılıklı bağdaş kurup oturduk. Uzun zamandır düşüncelerle konuşmadığımdan bunu özlediğimi farkettim. Bu şekilde herşey daha kolaydı. Belki günler sürecek bir konuşmayı dakikalar içinde yapabiliyordunuz. Düşüncelerim içinde çorak yurdun kızıl süvarileriyle at sürdüm, Islak diyarın ormanlarında kayboldum, imparatorluk entrikalarına karıştım ve kimsenin kaçamadığı örümcek isimli hapishaneye atıldım. Quat Doai rahipleriyle ibadet edip yıldız muhafızı zırhını kuşanmaya hak kazandım. Bir krallık emrime sunuldu ama bir dilenciden daha soysuz ve fakir günler geçirdim. Düşüncelerim hızla akıp giderken sonunda meran tünellerindeki maceramla son bulduğunda sadece kısa bir an geçmişti.
 
   Yaşlı ananın, anattıklarımı değerlendirmesiyle geçen derin bir sessizlik oldu. Sonunda "Yol daha bitmedi Kayra. Kıza yolu öğret. O artık senin sorumluluğun."
   
   Daha sıcak bir sohbet bekliyor değildim ama bukadar kısa olacağınıda  düşünmemiştim. Yaşlı ana sakince yerden kalkıp, karanlığa aldırmadan dik yamaçtan inmeye başlamıştı. Telaşla "Nereye" diye seslendim arkasından. Bir yandanda oturduğum yerden kalkmaya çalışıyordum.

     "Başka harralar ve başka ihtiyacı olanlar"

     "İyide ben ne yapmalıyım."

      "Arishi'ye iyi bak  gelene kadar ben."

      Gözden uzaklaşana kadar kıvrımlı dik patikadan inişini izledim. Düşünceler içerisindeydim. Yaşlı ana bana şimdilik uğraşıcak bir iş verdiği için memnun sayılırdım. Amaçsızlığımdan ve kederlerimden geçici bir uzaklaşma yolu. Bedenimdeki yaraların bir çoğu neredeyse kendimden geçtiğim anda yuvada iyileşmişti ama bacağımdaki kesik hala sızlıyordu. Zihnimi odakladım ve tüm gücümle iyileşmeye odaklandım. Hava aydınlandığında neredeyse tamamen iyileşmiştim fakat yorucu odaklanma acıkmama neden olmuştu. Dağın eteğindeki ayaz diş sürüsünden kalan yıkıntılara takıldı bakışlarım. Bir zamanlar içinde yaşadığım küçük kulübeyi seçmeye çalıştıysamda başaramadım .
 
      Ayaz dişten arta kalanları nekadar süre seyre daldım bilmiyorum. Kulübenin kapısı usulca açılınca daldığım düşüncelerden sıyrıldım. Yinede arkamı dönüp bakmak gibi bir şey yapmamıştım. Aris ürkek adımlarla yanı başıma kadar gelip oturdu. Bir süre sessizce manzarayı seyretti. Yaşadığı kafa karışıklığını bildiğimden herhangi bir şey demedim. Şuan kim olduğunu hatırlamak için tüm gücüyle uğraşıyor olmalıydı.
    
     "Adın Arishi. Kirlenmişlerdensin ve Mirdakharın huzurunda, geçmişine dair tüm kirlerinden arındın." diye ezbere konuştum. Gözümün önünde bu sözleri ilk duyduğum an canlandı. N masum zamanlarım.
      
    "Sen kimsin" diye sordu. Sesi  kış ortasında yazdan kalma ılık bir rüzgar kadar sıcak geldi.
   
    Ben kimdim. O an yapmam gerekeni kavradım. Burası benim için ne bir son nede bir başlangıç olacaktı. Kendimi arayışımın hikayesini eksiksiz olarak anlatmalıydım. Böylece belkide benim hatalarımdan ders alıp benzerlerini yapmayacaktı. Herşeyi eksiksiz anımsayabilmek için hatıra taşını belimdeki keseden çıkartarak izlemeye başladım. Pürüzsüz yüzeyi, dokunulması hoş bir his veriyordu. Ardından zaman adeta hızla geriye aktı. Düşündüğüm gibi küre bana görüntüler göstermiyor adeta beni bulunduğum zamandan ve mekandan kopartıyordu. Yaşlı ananın uyarısını anımsasım. Nice iradesi güçlü kişinin taşın karşısında açlık ve susuzluktan yitip gittiğini söylemişti. Aklımı hemen üçe böldüm. Bir parçası küreye tutunurken diğer kısmı Aris'e anlatacak  ve üçüncüsü ise bedensel ihtiyaçlarımı kontrol edecekti. Yavaş yavaş, zihnimin küreye bağlı kısmı karanlıklara savruldu ve  derin bir uykudan uyandım..

BUZ YURT SERİSİ Kurdun YoluHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin