"Neden bütün ölümler soğuk havalarda olur ki? Soğuk mu ölüme aşık, ölüm mü soğuğa? Ölümün aşkı... Garip ama güzel. Sevdiğine kavuşmak için kapı kapı dolaşıp onların sonunu getirmek. Gayet romantik. Bir de sevdiği için ölümü göze alanlar var tabii. Onların durumu Ölümün durumundan daha kahramanca bir durum. Ama benim en sevdiğim 'Sevdiğin için yaşamak'. Herkes yapamaz bunu. Ölmek basittir, keskin bir alete veya basit bir hız aşımına bakar. Ama yaşamak... Yaşamak yürek ister biraz da. Dikkatli olman gerekir. Biraz da sabırlı. Ölürsen kaybedersin. Kaybeden birini tanıyorum. Hatta sen de tanıyorsun. Ama şunu biliyorum ki o yaşamak için çok çabaladı. Tek istediği sevdiğiyle sağlıklı bir şekilde beraber olmaktı. Ama o verdiği tüm uğraşa rağmen hayata tutunamadı, tutunamayacak. O kişi kim mi? O kişi benim. Mark Lee. Üç ay önce doktordan ölüm randevusu almış olan adam. Üstelik bu randevu için başvuru bile yapmadım. Sadece doktora gittim ve öğrendiğim şey tahmini ölüm tarihimdi. Öğrenince üzüntüden kahroldum. Aklımdaki tek şey 'Bunu ona nasıl söylerim? Çok üzülür!' idi. Söylememe kararı almıştım. Ama lanet kanım genzime dolup dışarı çıkınca o her şeyi öğrenmişti. O da yıkılmıştı. Çünkü sevdiği adam yarı ölüydü. Öyle sevdiği adam demek basit kalır, bel bağladığı adam, geleceği olarak gördüğü adam, güçlü sandığı güçsüz adam. Beklediğim şey beni terk edip gitmesiydi. Hatta bu aynı zamanda istediğim şeydi. Ama o ne yaptı biliyor musun? Elimden sıkıca tuttu. 'Atlatacağız.' dedi. Doktorun ölüm tarihimi verdiğini söyleyemedim ona. Öyle kararlıydı ki bunu söylerken... Sadece burukça güldüm. O ise elimi bir daha asla bırakmadı. Ama artık bırakması gerekiyor. Neden biliyor musun? Çünkü ben yarın ölüyorum. Ben acizce terk ediyorum onu. Asla geri dönmemek, dönememek üzere hem de. Peki bunları neden yazıyorum? Çünkü onun yalnız kalmaması gerekiyor Jaehyun. Onun yanında olman gerek. Elini bırakmaman, çok sevmen gerek. Ama sakın, sakın onu benden fazla sevme! Kendime bile güvenmediğim bu konuda sana da güvenemem, ya onu terk edersen? Ama eminsen kendinden onu benden daha çok sev. Hatta öyle sev ki benim sevgim seninkinin yanında sadece bir yel gibi kalsın. Sen fırtınalar kopart ona. Ha, bu arada, sakın ona beceriksiz olduğunu falan söyleme olur mu? Ben hep söylerdim, eğer sen de söylersen çok üzülür Jaehyun. Benim yüzümden yine ağlarsa ne yaparım ben? Bir de ona sadece bir kez onu ne kadar sevdiğimden bahset. Umarım yukarıda onu ne kadar sevdiğimi anlatabilmişimdir, anlamışsındır.
Ve şimdi, elveda tek rakibim. Ben oyundan çekiliyorum. Elveda sevgilim, sana bir mektupla veda edecek kadar acizim. Elveda anne, oğlunun şuan küçükken dizini yaraladığındaki aciz halinden hiçbir farkı yok. Elveda Donghyuck, en sevdiğin hyungun senden önce gökyüzüne çıkacak, iddiayı ben kazandım. Elveda hayat, seninle acı tatlı tam 28 yıl 8 ay geçirdik, beni unutma olur mu?
-Mark Lee"
Burnumu çektim. Lanet olası çocuk. Yine yapmıştı işte yapacağını. Elimin tersiyle gözyaşlarımı silip odadakilere baktım. Donghyuck hüzünle halıyı izliyordu. Bir anda burukça güldü.
"Kim daha önce gökyüzüne çıkar ve bulutları yakından görürse, diğeri ona bir kutu dolusu Toblerone alacaktı. Ah, y-yine borçlu çıktım!" dudağını ısırdı. Bu sefer Bayan Lee girmişti söze.
"Küçükken kendini her çaresiz hissettiğinde kollarıma koşardı. Sıkıca sarmalardım onu. Peki şimdi neden yok? N-neden oğlum kollarımda değil?!" hıçkırarak ağlamaya başladığında Donghyuck onu dışarı çıkardı. Bakışlarım Taeyong'a kaydı. Gülümsüyordu. Elimdeki mektuba bakarak gözyaşları eşliğinde gülümsüyordu. Tıslar gibi bir ses çıkardı.
"Sanırım benim de bir şeyler söylemem gerek..." ayağa kalkıp Mark'a, küllerine, doğru yürüdü. Yüzünde şefkatli bir ifade varken konuşmaya başladı. "Lionie~ B-bugün nasılsın hayatım? Acıların dindi değil mi? Artık huzurlusun? Umarım öylesindir. Şuan belki de neden sana her gün yaptığım bu klişe konuşmayı tekrar ettiğimi sorguluyor olabilirsin. Açıkçası ben de bilmiyorum. Belki de her zamanki gibi senden bir cevap almayı bekliyorumdur. Veya her zamanki gibi dokunmaya kıyamadığım avuçlarına dudaklarımı bastırmak için uzatmanı istiyorumdur. Ama uzatmıyorsun işte. Uzatamıyorsun. Tanrım, biliyorum ağlamamı hiç istemedin ama ne yapabilirim ki? Ben nasıl yaşayacağımı bile kestiremiyorum Mark, sensiz..." derin bir nefes aldı. "S-sensiz nasıl olabilir? Nasıl, nasıl başkasını..." gözleri beni buldu. Yalvarır gibi bakıyordu. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Ayağa kalktım ve yanına gittim.
"Taeyong kes şunu!" acı çeker gibi çıkan sesimin ardından hıçkırıklara boğuldu ve kollarını sımsıkı etrafıma doladı. Ben de aynı şekilde karşılık verip saçlarını okşamaya başladım. "Yeter artık, lütfen. Tahammülüm kalmadı. Hatta tahammülümüz kalmadı. Mark kim bilir ne kadar üzülüyordur seni böyle gördüğü için. Yapma. Lütfen yapma." Taeyong kafasını kaldırdı ve acıyla gözlerime bakarak fısıldadı.
"J-jaehyun, o, o artık bizi göremiyor." bunun üzerine dayanma gücüm kalmamıştı. Bir hıçkırık boğazımdan kaçıvermişti bile. Sonrasında ise Taeyong ile birlikte saatlerce birbirimize sarılıp ağlamıştık.
Teşekkürler Mark Lee, Taeyong'u bana emanet ettiğin için. Ve senden nefret ediyorum Mark Lee, bizi böyle ağlattığın için. Huzur içinde yat aptal kafa, tamamen huzur içinde...
---
BEN NE YAPIYORUM ÜHÜHÜHÜHÜ, AĞLIYORUM AMA BEĞEĞEĞN
MARK ÖLEMEZ ÜHÜHÜHÜHÜ
BEN ANGST ŞEYLERDEN NEFRET EDERİM ÜHÜHÜHÜ
AMA NEDEN ÖLDÜÜÜÜÜÜ
GİDİYOM BEN YA ÜHÜHÜHÜÜÜ