Nereden başlamalı? İddialı bir giriş için hangi alımlı kelimeleri seçmeli?
Hah, buldum!
"Siz bu mektubu okurken ben çoktan tükenmiş olacağım."
Bazen sonlar, en çarpıcı başlangıçları yapar. Benim de sonum geldiğine göre suskunluk yeminimi bozabilirim artık. Hiçbir amaca riayet etme kaygısı gütmeden yalnızca o içimdeki soylu dürtüye uyabilir; kirpiklerinizi örterek savuşturduğunuz nice gerçeği, didaktik bir ısrarla satırlara dökebilirim. Bunu yapacağım da! Zira ölüm dediğiniz mefhum, yaşamda ebedi bir iz bırakmak için tarifi imkânsız bir cesaret veriyor bana.
Bakın bir etrafıma, son için oldukça uygun bir ambiyans yok mu? Öyle koyu bir gecedeyiz ki; seslerin içinde kaybolduğu bu karanlığın, gökyüzünde can çekişen yıldızları da yutmasına ramak kalmış.
Ah, lanet olsun dilime yapışan şu karamsar şiirsellik! O huysuz ihtiyar gitgide kendine benzetmiş beni de...
O kim mi?
Son damlalarımla yazacağım bu mektubun asıl sahibi o. Yaşamın manasını bir türlü sökememiş huysuz bir ihtiyar; muhtelif vesveselere kendini prangalamış, tüm olasılıkları risk addeden, yargılarının fanusunda ruhunu boğan bir ödlek! Dilbaz bir yazar olduğunu iddia etse de varoluş üzerine bayatlamış sözleri var yalnızca... Filizlenebilecek tüm duyguları, haşin ön yargılarıyla erozyona uğramış onun!
Ve ben son demlerimi, onun sayfalar süren yanlış düşüncelerini satırlara aktarmakla geçiriyorum. Emektar kalemiyim nihayetinde.
Hasbelkader buraya düştüm, aslında buraya gelene kadar nice yerlere uğradım ben. Nice kişilerin parmak izini taşıyorum sırtımda. Nice sözler kazıdım sayfalara... O yüzden anlatacaklarımı iyi dinleyin.
Maalesef öyle destansı bir doğum hikâyem yok. Ne de olsa basit bir fabrikasyon ürünüyüm. Kardeşlerime siz de mutlaka rastlamışsınızdır, hatta bugün bile bir tanesine fark etmeden değip geçmişsinizdir. Bir resepsiyonda, bir devlet dairesinde, şans oyunları bileti satan bir büfe kenarında... Kimsenin nereden geldiğini bilmediği, kime ait olduğunu bile hatırlamadığı sıradan tükenmez kalemler vardır ya, işte onlar biziz...
Benim ilk durağım, kâğıt kokan bir kırtasiye dükkânıydı, nezih bir muhitteki lisenin karşısındaydık. Fiyatlarımıza göre sıralandığımız bölmelerde kardeşlerimle alnımızın akıyla boy gösteriyor, okul çıkışı gelen gençlerin her gün biraz daha yetişkinliğe evrilmesine gün be gün tanık oluyorduk. Pek talep olmazdı bize, buraya varalı haftalar geçse de sonumuz diğer renkli kalemlerinkine benzememiş, aramızdan hiç eksilen olmamıştı. Arada sırada, bir el karıştırırdı bizi; herhangi birimizi seçip mürekkebimizi nasıl akıttığımızı görmek isterdi. Ya elini boyardı ya da ikamet ettiğimiz bölmeye yapıştırılan fiyat etiketini... Ancak çok sürmezdi yan bölmedeki renklilere gözünün çarpması, bizi aldığı gibi hemen yerimize geri koyar ve kasaya götürmek için mutlaka yan bölmedeki cafcaflıları tercih ederdi.
Bilir misiniz, yazgımızdaki o meşhur dönüm noktaları çoğu kez zaman çizgimize muhteşem bir illüzyonla kamufle olmuştur. O yüzden ben de yolculuğumun başlayacağı o ilk günün geldiğini öngörememiştim.
Üzerime bir elin gölgesinin düşmesiyle parmakların belimden kavraması bir olmuştu, kendimi kasada bir poşetin içerisine atılırken buluvermiştim.
İlk sahibim, yakındaki lisede görevini sürdürmekte olan bir edebiyat öğretmeniydi, onca sahibim arasından en minnettar kaldığım kişidir Ali Hoca. Çünkü hayatım boyunca yazdığım kelimelerle tanışmama o vesile olmuştur. Daha çok kitap cümlelerinin altını çizmek için kullanırdı beni. Edebiyat, felsefe, tiyatro, mitoloji, tarih, şiir... Tıpkı kendi zihnini beslediği gibi, benim de çok yönlü olarak beslenmemi sağlamıştı. Ara sıra da o hafta anlatacağı derslerin programını çıkarmak için beni eline alırdı ve disiplinli çalışmasıyla bana kusursuz bir örnek teşkil ederdi. Asla şikâyet etmezdi mesleğinden, üretken ve çalışkandı.