iki | sayınca üçten geriye döneceğiz hepimiz deliye.annesinin evinin ön kapısı kilitliydi. annesi dışarıdaki garajı fotoğraf stüdyosu olarak kullanıyordu. belki de filmlerinin, makinelerinin yanına çekilmiş kafasını dinliyor olabilirdi.
anahtarıyla kapıyı açtı ve içeri girdi. "anne?" diye seslendi. cevap yoktu.
mutfağa, evin arka tarafına doğru yürüdü. new york'tan buraya gelirken yarı yolda yer alan rochester'daki fırından annesinin en sevdiği şeftalili çöreklerden almıştı. fotoğraf stüdyosuna gitmeden önce çörekleri mutfağa bırakmak istiyordu.
mutfağa girmek üzere köşeyi dönünce annesinin yerde yatan ölü bedeniyle karşılaştı.
kaskatı kesildi. ağzını açtı ama bağıramadı. şakaklarında ve boğazında zonklayan kendi kanının sesiyle, çevresindeki manzara boğuk bir görünüme bürünmüştü. şeftalili çörek torbası yere düştü. ardından da kendi çantası.
annesine doğru sendeleyerek iki adım attı. boğazı şişmiş ve hırpalanmıştı. dili genişlemişti ve mutfakta ölümün şüphe götürmez kokusu vardı. annesinin boynuna dolanmış olan ince tel parlıyordu.
hemen yanında boş bir sandalye duruyordu. sanki ölmeden önce o sandalyede oturuyormuş gibiydi.
peter boğuk bir sesle inledi, annesinin yanında diz çöktü, parmaklarıyla yüzüne düşmüş olan bir tutam gri saçı kenara itti. hiçbir şey görmeyen gözleri şişmiş ve açık kalmıştı.
"tanrım!" parmaklarını annesinin dudaklarının üzerine koydu. "siktir, anne." en ufak bir kıpırtı yoktu. teni hâlâ sıcaktı.
"anne, anne!" acı ve korkuyla haykırdı. bacaklarına yayılan bir uyuşukluk dalgasıyla dizleri büküldü. polis. polisi aramalıydı. annesinin cesedinin etrafından sendeleyerek yürüdü ve mutfak tezgâhına gitti. kahvaltısı hâlâ oradaydı: üzerinde ruj izi olan bir kahve fincanı, erik reçeli dolu bir tabak ve bir ingiliz kekinin kırıntıları. peter titreyen eliyle telefona uzandı.
kafasının arkasına bir metal parçası dayandı. dizlerinin üzerine düştü, dili dişlerinin arasında kalmıştı, ağzında kanın metalik tadını hissediyordu. dünyası bir anda kapkaranlık oldu.
kafasının arkasındaki bir silahtı; namlunun mükemmel yuvarlak ucunun soğukluğunu saçlarında duyuyordu. naylon bir ip kafasının üzerinden geçirildi ve aniden çekilerek boğazına dolandı. peter kaçmaya çalıştı, fakat silahın namlusu sertçe şakağına vurdu.
"kıpırdama," dedi bir ses. "yoksa ölürsün." genç bir adamın sesiydi bu. olan bitenden zevk alıyor gibi, monoton bir ses tonuyla konuşmuştu. ölürsün.
bir takım eller, mutfağın köşesinde duran çantasını kaptı ve peter'ın görüş alanının dışına çıkardı. bir soygundu demek.
"istediğinizi alın." diye fısıldadı peter. "alın ve gidin." çantasından çıkan hışırtıları duyuyordu. bilgisayarının kablosunun çıkardığı şangırtı kendi nefes sesinden daha yüksekti. sonra uzun saniyeler süren bir sessizlik ve klavyenin üzerinde gezinen parmak tıkırtıları...
"ne istiyorsunuz?" diye sorarken buldu kendini peter. cevap gelmedi.
"annemi, annemi öldürdünüz–" sanki yeni farkına varmış gibi çıkmıştı sesi.
"sessiz ol." silah peter'ın kafasını öne doğru ittirmeye devam etti. yüzü neredeyse annesinin cansız çenesine değiyordu. peter arkasına dönmek, adamın suratını görmek istiyordu ama yapamadı. boynundaki ip gerilerek, vahşice boğazını sıktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
паника - spideypool
Fanficannesinin vahşice öldürüldüğü güne değin hayatı renksiz mabedlerin içinde geçen peter için işler gayet güzeldi. bir anda etrafı acımasız katillerle sarılan peter, o güne dek hayatında bildiği her şeyin aslında özenle inşa edilmiş bir yalanlar ağı ol...