Güzel bir gündü bugün. Güzel, yağmurlu bir öğle vaktiydi.
Bir adam ve bir kadın… Karşılıklı oturuyorlardı ahşaptan yapılmış evlerinin verandasında. Yağmur o kadar güzeldi ki, o damlaların arasında kaybolmak istiyordu insan. Toprağa düşen her bir damlayla birlikte düşmek, bitkilerin köklerine, yapraklarına karışmak istiyordu. Yağmuru severdi adam, karısı da öyle…
Biraz uzakta küçük çocuklar vardı. Birinin üzerinde kırmızı beyaz çizgili bir tişört ve altında da bir şort vardı. Etrafındaki diğer çocuklar onu çembere almış, çamura buluyor, eğleniyorlardı. Çocukların bu durumunu gören adam kalkmaya yeltendi ilk başta ama, sonra çamura bulanan çocuğun da eğlendiğini fark edince, vazgeçti. Karısına döndü sonra, “Bak” dedi, “Keşke bizim de böyle çocuklarımız olsaydı, ne güzel olurdu, değil mi?” Özlemli bir bakışla gülümsedi sonra, kahvesinden bir yudum daha aldı. Çocuklar bir başkasını çamura buluyordu şimdi…
“Neden hiç konuşmuyorsun?” dedi adam karısına. Cevap alamadı yine. Sorusunu yinelemedi adam, üzerine gitmedi. Çocukları izlemeye devam ediyordu. Bir süre sonra çocukların yanına bir kadın geldi koşarak. Elinde bir şemsiye de vardı aslında ama hiçbir işe yaramamıştı bu yağmur karşısında, kendisi de pek dikkatli tutmamıştı zaten. Kadını gören kırmızı tişörtlü çocuk, kaçmaya başladı. Muhtemelen annesi olmalıydı ve eve götürmek için gelmişti. Hafif bir tebessüm belirdi adamın yüzünde tekrar. Çocuk olmak istedi. Birilerinin kendisini umursamasını, yağmurda ıslanıp, toza toprağa çamura bulanıp özgür olmayı istedi. Çocuk olmak güzeldi. Her ne kadar kendisi hiç çocuk olamamış olsa da, yine de güzeldi.
Biraz önce annesinden kaçan çocuk, adam ve kadının yanına doğru geliyordu şimdi. Kaçıyor olmasına rağmen yüzündeki o mutluluk, göreni mutlu etmeye yeterdi. Muhtemelen her şey oyun gibi geliyordu şu anda. Arkasına baka baka kahkahalar eşliğinde bir süre daha koşan çocuk, sonunda vardı verandaya. Varmasıyla çığlığı basması da bir oldu. Mutluluk çığlıkları değildi bunlar, ya da kahkaha değildi. Korkunun çığlığıydı. Ağlayarak annesine doğru koşmaya başladı bu kez de…
Adamın yüzündeki tebessüm silinmemişti hala. Küçüklükten beri çocuklar kendisini pek sevmemişti zaten. Daha doğrusu, kimse tarafından pek sevilmemişti. Böyle bir tepkiye alışkındı o yüzden. Karısına takılmak amaçlı, “Seni görünce kaçtı çocuk bak, biraz kendine çeki düzen versen iyi olacak!” dedi gülümseyerek. “Şuna bak, ölü gibisin!”
Elini tuttu sonra karısının. Yüzünün önünü kapatan bir tutam saçı kenara çekti. “Ah hayatım, yüzüne kan bulaşmış. Gel bir temizleyelim…” diyerek az önce deşmek için kullandığı bıçağı alarak kafasını cansız bedeninden ayırdı karısının. Saçlarından tutup yağmurun altına çıkardı sonra. Elleriyle kan olan yerleri ovarak temizlemeye başladı. “Şimdi daha canlı görünüyorsun sanki, ne dersin? Heheh…” Bir öpücük kondurdu yanağına.
Öptüğü anda, yüz ifadesi birden değişti adamın. Tebessümü kayboldu, yerini sitemli bir bakış aldı. Sitemli ve kızgın… “Keşke bu leke, sadece bedenine bulaşsaydı. Keşke bulaşan tek şey, kan olsaydı. Yaptığın bunca şey, ve söylediğin bunca yalandan sonra, keşke temiz kalmanın bir yolu olsaydı sevgilim… Ama haline dua et ki, benim gibi bir kocan var. Ben senin için elimden geleni yapacağım merak etme…”
Karısının kafasını çimlerin üzerine bırakarak, verandaya döndü adam, vücudun geri kalan kısmını getirmek için. Kollarından tutup sürükleyerek getirdi adam karısının bedenini, sırt üstü yatırdı çimlerin üzerine. Adamın bıçağıyla kalbinde açtığı yarık, kadının giydiği siyah bluzun ve beyaz eşofmanın da kan olmasına sebep olmuştu. Bıçağını alarak, kadının elbiselerini boydan itibaren kesmeye başladı adam. “Küçükken babaannem yağmur yağdığında, insanların günahlarının temizlediğini söylemişti bana, düşen her bir damlayla. Ve şimdi ben de senin temizlenmen için yardım edeceğim sevgilim, koca olarak bana düşen de bu değil mi zaten? Lütfen sakin ol ve bana güven tamam mı?”
Karısının üzerindekileri tamamen kesti. Çırılçıplak bedeni, çimlerin üzerinde uzanıyordu şimdi, vücudunun her bir noktasına yağmur damlaları düşüyordu birer birer. Bıçağını tekrar alarak, boyunla vücudun birleşme noktasına sapladı adam, ve yavaş yavaş aşağı doğru çekmeye başladı. Bunu yaparken büyük bir haz duyuyordu, ince bir kağıdın dümdüz bir şekilde kesilmesi gibiydi tıpkı. Vücudu baştan aşağıya deştikten sonra, üzerindeki deriyi kaldırabilmek için, ilk önce sağ tarafta kalan kısmı tuttu bir eliyle.Bir eliyle deriyi kaldırıp, diğer eliyle derinin birleştiği yerleri kesti bıçağıyla tek tek. Aynı şeyi sol tarafa da yaptı. Kalbini koparıp çıkardı sonra, havaya kaldırdı, “Bak!” dedi, “Ne kadar kirlenmiş…”Bıçağını sapladı sonra kalbin tam ortasına…
Bir süre oturarak karısının parçalanmış bedenine baktıktan sonra, “Nasıl, iyi hissediyor musun kendini?” Cevap bekliyordu adam. Fakat hiçbir yerden bir şey duyamadı. “Cevap versene, nasılsın?” Yine cevap alamadı. Kaşları çatıldı sonra, “Neden cevap vermiyorsun?”
Oturduğu yerden kalktı, cesedin yanına gidip oturdu. “Lütfen, bir şeyler söyle…” dedi. Sesi o kadar canlı çıkmıyordu bu kez. Gözleri dolmaya başladı sonra, “Bir şeyler söyle, lütfen…”
Kısa bir süre daha devam etti adam buna. Fakat hiçbir cevap alamıyordu. Yağan yağmura gözünden düşen damlalar karışmaya başladı bir süre sonra. Yalvarıyordu adam, “Lütfen” diye. Bıçağını aldı, her lütfen diyişinde karısının organlarına saplıyordu birer birer, “Lütfen… Cevap ver…”
Paramparça oldu tüm organlar, yeşillerin arasına kırmızılar bulaştı. Yorulana kadar durmadı adam, parçaladı. Her saplayışında daha çok ağladı, ağladıkça sapladı. En sonunda geriye kalan, binlerce parçaya bölünmüş bir bedendi.
Bıçağı elinden bıraktı adam, yüzünü yere kapayıp ağlamaya devam etti.
Bir süre öylece kaldıktan sonra, uzaklardan adam sesleri duyulmaya başladı. Ellerinde silahlarla gelen adamlar, muhtemelen polislerdi. Sesleri duydu adam, “2 dakika baş başa kalamıyoruz ha?” diye fısıldadı. Yerde biraz sürüklenerek karısının kafatasına ulaştı. Bir öpücük kondurdu tekrar.
Ellerinde uzun namlulu silahlarla, yüzü maskeli polisler geldi adamın yanına. Hepsi silahıyla adamı nişan almışlar ve teslim olmasını istiyorlardı. Kafasını polislere çevirdi adam,
“Merak etmeyin, size yük olmayacağım. Ama karımla vedalaşmam için bana kısa bir süre tanıyın.”
Polisler adamın dediklerini anlamakta güçlük çekiyordu, mantıklı konuşmuyordu. Bu yüzden herhangi bir ters hareketi önlemek amaçlı olarak adamın bacağına sıktılar birkaç kere. Oysa adam, hissetmedi bile. Ağzını karısının kulağına dayayarak fısıldadı,
“Artık üzülmene gerek yok sevgilim, sonsuza kadar baş başa kalacağız seninle…”
Elindeki bıçağı aldı ve, tek bir hamlede kendi boynunu kesti. Polisler şaşkınlık içerisinde olanları seyrediyordu. Her tarafta delik deşik olmuş organlar, deriler, kıyafetler vardı ve şimdi de bir adam kendi kafasını kesmişti. Bir polis bu manzaraya daha fazla dayanamayarak kustu.
Muhtemelen gözlerinin önündeki şey onlara vahşet olarak geliyordu ama, bütün bunların hepsi, karısına bağlı bir adamın sadakatini göstermesinden başka bir şey değildi.
Ve güzel bir gündü bugün. Güzel, yağmurlu bir öğle vaktiydi.