"Sevgi; sevdiğin kişinin mutlu olduğunu gördükçe, onun mutluluğu ile mutlu olabilme sanatıdır."Balzac
Dürüst olmam gerekirse, ilk ayın çok mutlu geçtiğini dile getirmem gerekir. Boşandığım gün altı, dört ve üç yaşlarındaki Jeanne, Julia ve Michael ile birlikte Missouri'den, memleketim olan kuzey Illinois'ye taşındığımda, kavga ve istismar ortamından uzaklaşabildiğim için çok mutlu olmuştum.
Fakat ilk aydan sonra, eski arkadaşlarımı ve komşularımı özlemeye başladım. Özellikle de, paramın yetebildiği tek yer olan, kiraladığım 98 yıllık ahşap eve yerleştikten sonra, St. Louis'in dışındaki, sevimli, modern, çiftlik evine benzer evimi özlüyordum.
St. Louis'deyken her konforumuz yerindeydi: Çamaşır makinem, kurutma makinem, bulaşık makinem, televizyonum, arabam. Şimdi bunların hiçbirine sahip değildim. Yeni evimizdeki ilk ayımızdan sonra, bana orta sınıf bir yaşam standardından bir anda yoksulluğun pençesine düşmüşüz gibi geldi.
Eski evimizin üst katındaki yatak odalarında ısıtıcı bile yoktu ama çocuklar nasılsa bunun farkına bile varmadılar. Yerlerdeki muşamba döşemeler minik ayaklarını o kadar üşütüyordu ki; bir çırpıda giyiniyor, akşamları ise, soyunur soyunmaz yataklarına yatıp, mışıl mışıl uykuya dalıyorlardı.
Aralık ayı gelip de, soğuk rüzgârlar, eski çerçevelerin arasından içeriye esmeye başlayınca, yakınmaya başladım. Fakat bu hava akımı çocukların komiğine gidiyordu ve taşındığımız gün Bernadine halanın getirdiği kalın yorganlarının altına giriveriyorlardı.
Televizyonumuzun olmaması canımı çok sıkıyordu. Kedi kendime, 'Sevdiğimiz programları izlemeden, akşamları nasıl vakit geçireceğiz?' diye sormuştum. Çocukların yılbaşı gecesi için özel olarak hazırlanan programları izlemek isteyeceklerini düşünüyordum. Ama üç küçük çocuğum bu konuda benden hem daha iyimser hem de daha yaratıcı davrandılar. Oyuncaklarını çıkardılar ve benim de onlarla birlikte oynamamı istediler.
Akşamları ev sahibinin verdiği gri renkli kanepenin üzerinde birbirimize sarılarak yatıp, kütüphaneden ödünç aldığım kitapları okuduk. Plak çaldık, şarkılar söyledik, mısır patlattık, kuleler yaptık ve eski evimizin içinde saklambaç oynadık. Çocuklarım bana televizyon olmadan da iyi vakit geçirebileceğimizi öğrettiler.
Yılbaşından tam bir hafta önce, çok soğuk bir aralık gecesi, geçici olarak bulduğum, katalogla satış yapan mağazadaki yarım zamanlı işimden evime iki kilometrelik bir yolu yürüyerek geldikten sonra, o akşam çamaşır yıkamam gerektiğini anımsadım. Çocuklarıma hiç armağan alamayacağımı bile bile, başkalarının yılbaşı armağanlarını paketlemekten ölü gibi yorgun düşmüştüm o gün.
Çocuklarımı bakıcıdan alır almaz, dört sepet dolusu kirli çamaşırı, küçük kırmızı vagona yükledikten sonra, birlikte üç blok ötedeki çamaşırhanenin yolunu tuttuk. Önce makinelerin, sonra da katlama masalarının boşalmasını bekledik. Çamaşırları ayırmak, yıkamak ve kurutmak her zamankinden daha uzun zaman aldı.
Jeanne sordu:
"Anneciğim, yanında hiç bisküvi ya da kraker getirdin mi?"
"Hayır," dedim, "eve gider gitmez yemek yiyeceğiz."
Michael ise, burnunu buharlanmış pencereye dayamış, dışarıyı seyrediyordu. "Anneciğim, bak! Kar yağıyor! Lapa lapa!"
Julia da, "Yollar ıslanmış. Kar havaya yağıyor, toprağa değil!" dedi.
Onların bu heyecanı beni iyice sinirlendirdi. Sanki soğuk yetmezmiş gibi, bir de kar yağmaya başlamıştı. Daha çocukların botlarının ve eldivenlerinin bulunduğu kutuyu açmamıştım bile.
Sonunda temiz çamaşırları katlayıp sepetlere, sepetleri de küçük kırmızı vagona yerleştirdim. Dışarısı zifiri karanlıktı. Oysa saat daha 6.30'du. Acıkmış olmalarına şaşırmamak gerekiyordu; çünkü genellikle saat 5.00'te yerdik akşam yemeğini.
Çocuklarla birlikte buz gibi soğuğa çıktık ve sırılsıklam yollarda yürümeye başladık. Üç küçük çocuk, bitkin bir anne ve dört sepet çamaşırla dolu küçük kırmızı vagon, buz gibi rüzgâr yüzümüzü adeta keserken, sırılsıklam yollarda yürümeye çalıştık.
Dört yol ağzında karşıya geçtik. Tam kaldırıma gelmiştik ki, vagonun ön tekerlekleri buzda kaydı ve içindeki dört sepet temiz çamaşır dolu vagon devrildi.
"Hayır, olamaz!" diye inledim. "Jeanne sepetleri tut! Julia sen vagonu tut! Sen Michael, kaldırıma çık!"
Çamura batan çamaşırları sepetlere doldurdum.
"Bütün olanlardan nefret ediyorum!" diye bağırdım. Gözlerimden yaşlar boşandı. Yoksul olmaktan nefret ediyordum. Bir arabam, çamaşır makinem ve kurutma makinem olmaması beni çileden çıkarmıştı. Buz gibi havadan nefret ediyordum. Üç çocuğumun sorumluluğunu üstlenip, bir başıma bu koşullarda yaşamak zorunda olmaktan nefret ediyordum. Ve hiç şüphesiz, yılbaşından nefret ediyordum.
Eve vardığımızda, kapıyı açtım, çantamı odanın bir kenarına fırlattım ve ağlamak üzere yatak odama gittim.
Hıçkıra hıçkıra ağladığımı çocuklar işitiyorlardı. Bencillik ama onların ne kadar bunaldığımı anlamalarını istiyordum. Hiçbir şey bundan daha kötü olamazdı. Yıkadığım çamaşırlar kirlenmişti, hepimiz aç ve yorgunduk, yemek yoktu ve gelecek için hiçbir umudum kalmamıştı.
Sonunda sustum, oturdum ve yatağımın karşısındaki İsa heykeline baktım. Bu heykel çocukluğumdan beri benimdi ve taşındığım her eve götürmüştüm onu. İsa dünya üzerinde kollarını açmış bir biçimde ayakta duruyordu, belli ki, dünyanın tüm sorunlarını çözüyordu böylelikle.
İsa'nın yüzüne bakmayı sürdürdüm, sanki bir mucize bekliyordum. Uzun uzun İsa'ya baktıktan sonra yüksek sesle, "Tanrım, hayatımı kolaylaştırmak için bir şeyler yapamaz mısın?" dedim.
Çaresiz bir şekilde gökten bir meleğin inmesini ve beni kurtarmasını bekliyordum adeta.
Ama hiç kimse gelmedi... Julia dışında. Dört yaşındaki Julia yatak odamın kapısından içeriye başını uzattı ve bana sofrayı hazırladığını söyledi.
İçeriden altı yaşındaki Jeanne'in sesini iştiyordum, kirli çamaşırları temizlerden ayırıyordu, "Bu temiz, bu kirli, bu biraz temiz, bu kirli..."
Üç yaşındaki Michael ise, odama daldı ve çizdiği kar resmini gösterdi.
Ve sonra ne oldu biliyor musunuz? O anda bir değil, üç tane melek gördüm: Üç minik iyimser, beni bir kez daha sıkıntılarımdan kurtarıp, kendi iyimser dünyalarına çekiyorlardı, sanki, 'Anneciğim, yarın her şey daha iyi olacak,' der gibi.
O yılbaşı sihirli bir şekilde geçti, birbirimize sevgiyle ve neşeyle kilitlenerek. Bir şeyi çok iyi anlamıştım: Yalnız bir anne olmak, temiz çamaşırları çamurlara düşürdüğümüz o geceki kadar korkunç ya da bunaltıcı değildi. O üç minik yılbaşı meleği benim hep neşe kaynağım oldu. Bugün bile, tam yirmi yıl sonra, yüreğimi neşeye boğuyorlar.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Manolya Kokulu Hikâyeler
Historia CortaUmudunu yitirme, Şu hayatta bir şeyin bitişi her zaman başka bir şeyin başlamasına sebep olmuştur.