๑ ๑
biliyorsun sen bunu:
en son duyulan ayak sesleri ve üzerine kapanan demir kapı.
çıkıyor musun bu sefer, yeniden mi giriyorsun içeri; anlaşılmıyor şarkıdan
anlaşılmıyor joe!"seni bir nisan günü sevmiştim."
siyah saçlarını ensesine topuz toplamış bir kalemle, gözlüğü burnunun ucuna kadar düştüğünden etrafı net göremiyor. bembeyaz kesilmiş suratından bitkinlik akıyor ve kirpiklerinin çevresi kıpkırmızı. az evvelki fısıltımı duymuşa benzemiyor, boşluğa dalmış gözleri ve o bir denize batıyor. üç gündür hiç uyumamış gibi bir hâl var üstünde. kepenklerini yarı yarıya kapatmış. alık. hiçbir sebep yok belki de dolup dolup taşmam için ancak içim dolup dolup taşıyor işte. ben de taşıvereceğim o alık alık bakınırken. boğazımı temizliyorum: "o ara nisan yağmuruna yakalanmıştık ve ben açıkta kalan omzuma dökülen damlayı işlemeye karar verdim."
derin bir nefes alıyor, uykudan uyanır gibi, gözlerini odaklayamadığı boşluktan çekiyor. kaşları yukarı seğirince alnı kırışıyor. öpmek istiyorum alnından. ne vakit kırışsa alnı öpmek istiyorum zaten. o bilmiyor onu ne kadar çok öpmek istediğimi. çatma kaşlarını kırışacaksın diyince kızıveriyor. dudaklarını yalıyor, "ne diyorsun chae?" diyor. sol omzumu açıyorum. gör bak der gibi tişörtümün sol omzunu sıyırıyorum.
gözleri iri iridir onun. ceylanları kıskandıracak gözleri vardır yorgun olmadığında. yorgunken kepenkleri yarı yarıya kapalı hem de bu kepenkler sadece göz kapaklarından ibaret değil, o yarı yarıya kapalı yorgunken. billie gibi nevrotik bakıyor diyebiliriz. bir ceylan olsaydım o haliyle de kıskanırdım gözlerini. güzelliğini yorgunluğu örtmüyor. iri iri gözlerini omzuma dikiyor. koca bir damla mor dövme var omzumda. "aa," diyor, "ne iş?" dudaklarını şapırdatıyor. bebek gibi sevmek istiyorum onu. minik joo diye, belki de, belki de olivia diye. bilmiyorum. sadece sevmek istiyorum onu. çok sevmek istiyorum.
"hiç." diyorum. "hiç, beğendin mi?"
"acayip duruyor."
gözlüğünü yukarı itip biraz daha bakıyor. "su damlasından çok mor bi oyu anımsatıyor. hakikaten acayip duruyor."
işaret parmağını üstünde jelatin sargı olan omzuma sürüyor. "acıyor mu?" diyor. doğrusu çok acıyor. çok acıyor çünkü gökten düştü bu damla omzuma. çok yukarıdan düştü çat diye omzumda buluverdim ben bu moru. gülümsüyorum yalnızca ve ben gülümseyince anlasın istiyorum her şeyi. anlamıyor. sıyırdığım tişörtü düzeltirken silkiyorum omzumu. ağzını açıp bir şey diyecek gibi olduğunda ensesine uzanıp çekip alıyorum kalemi saçlarından, karıştırıyorum saçlarını. geriye doğru tarıyorum parmaklarımla. kulağının arkasına sıkıştırıyorum öndeki tutamlarını. yan profili dönük bana, gözlerini yumduğunu görüyorum. "bu kalem benim değil miydi?" diyorum. "bilmem öyle miydi?" derken dudaklarını aşağı büzüyor. çenesi kırışıyor. "bazen çok yoğun bir şekilde ölmek istiyorum." hyejoo'nun çenesi kırış kırışken ve ben çenesini öpmeyi öylesine çok isterken sayıklıyorum.
duymuyor hyejoo. ne duyması gerektiğini ne duymaması gerektiğini iyi bildiği kadar iyi biliyor. beni pek duymuyor, içime içime konuşuyormuşum. saçlarını geriye doğru tarıyorum. sırtını bana dönüp "örsene balıksırtı." diyor. "sen örerken saçlarımı çok rahatlıyorum. resmen başım dinleniyor."
kıkır kıkır sesler yayılıyor etrafa. "ben seni bir nisan günü gökten düşercesine sevmiştim." kıkır kıkır uğultusu sesimi örtüyor.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
benim yönüm sana doğru | hyewon
Fanfictionefsaneye konu olabilirim hyejoo için, diyebilirler ki ardımdan: "onun canı firestarter bir ejderhanın nefesiyle yanmaya başladı, milyonlarca yıldır dinmiyor."