Selam, eski bir one shotımı sizlerle yayımlamak istedim
Taekook olarak düşünüp farklı isimlerle yazmış ve okulda öğretmenime vermiştim, kendisi çok beğendi umarım siz de seversiniz
İSİMLER VE BETİMLEMELERİ DEĞİŞTİREMEMİŞ OLABİLİRİM, GÖZDEN KAÇMIŞTIR ÜZGÜNÜM ŞİMDİDEN
öptüm çok, muah
Jeongguk, kalp atış ritmini değiştiren ve kuzguni bir siyahtan var olan; kalın bukleli saçlarını, gür ve kıvrımlı kirpik uçlarını bile titreten duygunun ne olduğunu bildiğinden, kalbi ve beyni arasında bir seçim yapmaya çalışıyor ancak her zamanki gibi başarısız oluyordu.
İki kışı atlatmıştı. Onu görmeden, tam iki kışı atlatmıştı ama bir türlü onu göreceğini düşündüğü an oluşan karmaşayı atlatıp; davranışlarını düzeltemiyordu. Sürekli eli ayağına dolanıyor, karşısındakinin de bir insan olduğunu unutup ona tüm ilahi özellikleri yüklüyor; tanrısal bir güzelliğe var olduğunu düşünürken gerçekten inandığı tanrıdan da özür diliyordu. Ama kendine yapılacak hiçbir şey bırakılmıyordu ki. Tanrı onu öyle özenle, öyle güzel ve... Öyle, öyle başka yaratmıştı ki; bunları düşünmekten geri duramıyordu. Esmer teni, İtalya'nın güneyinde parıldayan güneşten bile daha yakıcıyken, buğulu bir kahverengiye sahip gözleri şüphesiz ki yüzünün odak noktasıydı. Küllü sarı saçları, Jeon'unkilerin aksine aksine dümdüz ve ince telliydi, kalın ve şekilli dudakları, düzgün burnu, ince fiziği ile... O gerçekten, gerçekten birçok insanı baştan çıkartacak, başını döndürecek bir güzelliğe sahipti. Öyle güzel bir adamdı ki, Jeongguk bazen geceleri oturup bunu düşünür, yaz gelsin de; o tekrar Kore'ye gelsin diye Tanrı'ya dualar ederdi.
Jeongguk, on sekiz yaşının sonlarına yaklaşırken, Taehyung da henüz yirmilerinde bir gençti.
"Gguk!"
Jeongguk, babasının ona seslendiğini duyar duymaz, daldığı bu düşüncelerden sıyrılıp derin bir nefes aldı. Elindeki yumuşak bezle tozunu aldığı antik vazoyu sağlam bir biçimde, iki katlı, müstakil evlerinin girişindeki fiskosa yerleştirir yerleştirmez kapıdan çıkmadan önce pikaba yerleştirdiği, Youngblood plağının dönüşünü izledi. İlk şarkı Youngblood'dı, Jeongguk bu şarkıya bayılıyordu.
Belinden düştü düşecek biçimde olan krem rengi şortunu yukarıya çekip; "Efendim?" diye bağırmadan edemedi. Babası seslendiği an bir yerlere yok oluyordu ve bu da sinirlenmesine yol açıyordu. Uzamış ve uçları bembeyaz göründüğünden temiz olduğunu düşündüren tırnaklarını çıplak göğsünde gezdirip kaşımış, sonra da yavaş adımlarla, çıplak ayaklarını bahçenin çimenlerine sürte sürte, bahçe kapısına doğru ilerlemeye başlamıştı.
Aman Tanrım, diye düşündü derince yutkunurken.
Aman Tanrım, bu bir şaka olmalı.
Tae, karşısındaydı. İşte, tam orada, bahçe kapısının arında; elindeki bavulu kenara bırakıp Jeongguk'un annesine sarılırken kanlı canlı ve-Ve gerçekten oradaydı. Küçük olan bir an için, dizlerinin titrediğini hissetti, titrek elleri bedeninin iki yanına düştü ve öyle derin bir nefes aldı ki; Taehyung sanki bunu hissetmişcesine gözlerini kaldırıp ona bakıverdi. Yüzündeki gülümseme şimdi daha da büyüktü, omzundaki sırt çantasını hafifçe sırtına doğru ittirmiş; birkaç saniyeliğine ne yapması gerektiğini düşünmüş fakat sonra öyle büyük bir hızda çantayı atıp, Jeongguk'a koşmuştu ki, Jeongguk'un, sapsarı ve tıpkı oğlununkiler kadar kalın buklelere sahip saçları beline dek dökülen annesi kahkahayı patlatıvermişti.
Taehyung, kollarını karşısındaki bedenin beline sardı. İncecik fiziği, kendi bedeninden dahi daha inceydi, öyle ki ellerini ufak olanın belini yerleştirse, parmakları birleşir ve tüm belini güzelce sarardı. Bunu sonra mutlaka yapmayı aklının bir köşesine not etti ve şaşkınlıktan dilini yutmuş ve ellerini kaybetmiş gibi duran, ne tek kelime eden ne de hareket edip, Taehyung'a sarılan Jeongguk, öleceğini zannediyordu. Pekala, o karşısındaydı, birkaç saniyedir ona sarılıyordu ve Tanrı aşkına-Tabii ki heyecanlı olacaktı!