GEÇMİŞ
Ben Şebnem Gürsoy.
Yaşıtlarımın aksine, insanların tiksinç bakışlarına maruz kalmamak adına okula gitmek dışında hiçbir şekilde sokağa adımını atmayan, asosyal, 14 yaşındaki küçük kız.
Diş tellerim, fazla kitap okumaktan bozulmuş gözlerimin yardımcısı olan büyük gözlüklerim, geçtiğimiz yıl annemin zorla tombul yüzümün yarısına kadar kestirdiği kumral, küt saçlarımla her erkeğin dönüp bir daha asla bakmak istemediği o çirkin kızdım ben.
Mankenleri aratmayacak kadar düzgün bir fiziğe, uzun ve gür sarı saçlarının yanı sıra bir de yüzünü, sanki mümkünmüş gibi daha da güzel gösteren yeşil gözlere sahip annem ile saçlarında siyahın en güzel tonunu ağırlayan, masmavi gözleri ile herkesi etkileyen babamın nasıl benim gibi bir üretim hatası olabilidi merak etmiyor değildim.
Evet, kumral saçlara ve kocaman, kahverengi gözlere sahiptim ama bu güzel detaylar, kendime ve anneme sürekli sorup durduğum “Acaba ben evlatlık mıyım?” sorusunun beynimi kurcalamasına engel olmuyordu.
Anneme milyonlarca defa sormama rağmen her zaman insana sıcaklık veren gülümsemesiyle cevap verir ve sabırla benim kendime haksızlık ettiğimden, küçükken kendisinin de kilo ve diş teli problemi olduğundan bahsederdi.
Çevremdekilerin de benim gibi bu soruya cevap aradıkları gayet açıktı. Annemin yanında beni gördüklerinde yüzlerine yerleştirdikleri o yapmacık gülümsemeye, şaşkınlıkla bakan gözleri eşlik ediyor ve hepsi "Aaa! Bu senin kızın mı? Hiç sana benzemiyor! Yanlış anlama, senin kadar güzel ama hiç benzemiyorsunuz." diye zırvalamaya başlıyordu.
Saatlerdir tavana odaklanmış olan gözlerimi pencereye yönelttim. Bugün cesaretimi toplayıp insan içine çıkmalıydım. Bugün yapacaktım. Oldukça kararlıydım.
Fikrimi değiştirmeden, hızlı hareket ederek kararımı gerçekleştirmem gerekiyordu. Üzerimdeki yorgana bir tekme savurup yatağın diğer tarafına düşmesine izin verdim. Yataktan kalkıp, ağır adımlarımı banyoya yönelterek süpürgeye benzeyen saçlarıma bir biçim vermeye çalıştıktan sonra üzerimi değiştirmek için tekrar odama gittim ve kıyafet dolabımı açtım.
Diğer kızların aksine, ne giyeceğime karar vermek için gardrop önünde saatlerimi harcamıyordum. Fazla kiloları olan birinin kıyafet denemek için pek fazla seçeneği olmaz, bilirsiniz.
Uygun bulduğum çilek kırmızısı tişörtü ve ona uydurduğum asker yeşili tonlarındaki kapriyi üzerime geçirip, nasıl göründüğümü önemsemerek aynanın önünden geçip giderek mutfağa indim. Evimiz iki katlıydı ve bu basamakları inmek genellikle benim için hiç de kolay olmuyordu. İndiğim basamakların verdiği yorgunluk, nefes alışverişimi hızlandırdığından, mutfağa ulaştığımda bir süre oturup dinlendim. Daha sonra ağır adımlarımı buzdolabına yönelttim. Her defasında açarken büyük bir sarsıntıya uğrattığım buzdolabının kapağını açtım ve annemin işe gitmeden önce benim için hazırladığı büyük sandviçle, babamın her sabah içmem için tembih ettiği ballı sütü gözüme kestirerek dışarı çıkardım.
Her zamanki gibi annem ile babam işteydi ve ben tek başıma kahvaltı ediyordum. Küçükken bu durumdan şikayetçi olduğumda, sanki içimde oluşturdukları derin boşluğu kapatabilecekmiş gibi bir bakıcı tutarlardı. Bende sırf onlara inat; her gelen bakıcıyı geldiğine pişman eder ve zorla gönderirdim.
Derin düşüncelerimden sıyrıldıktan sonra sandviçimden kalan son parçayı da ağzıma atıp, çıkan bulaşıkları makineye yerleştirdim. Bugün benim için ya her şeyin başlangıcı ya da her şeyin sonu olacaktı. Özgüvenimi kazanmam gerekiyordu. Yavaşça ilerleyip, mutfağın penceresinden sitenin bahçesinde futbol oynayan çocuklara baktım.