6.

1.5K 86 12
                                    

Beynini yakan şiddetli bir ateşin etkisiyle o geceyi sayıklamalar içinde geçiren Celâl Bey'in yatağının ayak ucunda, coştuğu zaman bütün evrenin en yüce davranışını gösteren sevgisiyle kararsız olan annesi, kendisinden geçmiş bir durumda yatan oğlunun elini tutarak, bir söz almak için sabırsızlıkla:

  "Celâl, nasılsın? Iztırabın nerede?" sorusunu durmadan yinelediği halde hiç bir yanıt alamamıştı.

  Sabahın iyileştirici etkisiyle ateş bir az düşerek oğlunun gözlerini açtığını görünce, büsbütün üzerine kapanıp, "Nen var?" diye sorduğu zaman, sevgili oğlunun dudaklarının kımıldadığını görerek, dikkat edince, "Dilber..." dediğini işitti. Oh, o korkunç ad! Çocuğun geleceğini, evin mutluluğunu yerle bir eden söz! Korkunç bir hayâl görmüş gibi geri geri çekilerek kapıdan çıktı.

  Odasına girip de Âsaf Paşa'nın, "Celâl nasıl?" yolundaki sorusuna, söze başlar başlamaz ağlayacağını bildiğinden, bir süre yanıt vermemeye çalıştıktan sonra göz yaşlarıyla:

  "Oh! Ben cinâyet işledim. Evlâdımı kendi elimle yaraladım... Dün gece sabaha kadar ateşler içinde yandı. İlk söylediği söz de... Dilber'i istiyor. Ben tahammül edemeyeceğim."

  Âsaf Paşa bir az düşündükten sonra, sigarasını yakarak:

  "Bir gecelik ateşten azmin kırılmasın. Celâl'in gençliğe has olan bu cinnetine ben boyun eğmem," yanıtını verdi. Zehra Hanım, ciğerpâresinin sağlığını tehlikede görünce, anne sevgisinin dayanılmaz etkisiyle yüce bir an içinde bütün istek ve düşüncelerini terk ve fedâ ederek:

  "Hayır, hayır. Ben Dilber'i getirteceğim... Ben küçük bir heves sanıyordum. Evlâdımı bir fikrin, bir inâdın şehidi edemem. O olmadıktan sonra, bana ikbâlin ne lüzumu var?" deyince Âsaf Paşa:

  "Ah bu anneler... Çocuklarının istikbâlini hep onlar bitirir... Sen emin ol ki, o yine bir küçük heves, sebâtsız bir emel, geçici bir arzudur... Iztırabı da bu geceye mahsustu; o da geçti. İşte bu kadar... Sen işe yeniden başlamak istiyorsun. O senin elinde... Benim rızam yok," (yolunda) kesin yanıtını verdiği sırada, Celâl Bey yatağından kalkmış odasında geziniyordu. Dünkü sarsıntının korkunç etkisinden vücuduna ara sıra bir ürperme geliyor ve çevresinde uçurumlar açan bir boşluk kendisini derinliğine doğru çekerek, baş dönmesi veriyordu. Hasta mı idi? Hayır! Yaradılışının temel öğelerinden birdenbire ortaya çıkan kesiklikle; iktidar, güç, cesâret gibi yaşama nedenleri olan şeylerin kendisini ölümden de korkunç olan yokluğa terk ve teslim ederek çevresinden çekildiğini duyumsuyor ve bu bitkinlik içinde, yanındaki iskemlenin üzerine düşüp gözlerini bir noktaya dikerek zihni, bir mezarı aydınlatan kandil gibi üzüntülü düşüncelere, yıkılmış umutlara takılınca içinden bir çocuk gibi ağlama isteği geliyor, ama ağlayamıyordu. Bir iki saat bu durumda kaldıktan sonra, felâket zamanlarında görülen geçici değişikliklerin tutsağı olarak, kendisini bu üzüntü ve acılara düşüren vahşet o pis yüzüyle gözünün önünde canlanınca, delice bir tavırla yerinden kalkarak, odada bir kafesin içinde dolaşan arslan gibi gezinmeye başlıyor ve yüzyıllardan beri insanoğlunun akıl ve hayâlinde dolaşan ve yerleşen yabanıl düşünceleri ve boş inançları, insanlığın esenliği adına tek başına yok etmek istiyordu.

  Bu korkunç düşüncelerle odanın içinde gezinirken, "Dilber! Şimdi kim bilir kimin?" (diye düşünüyordu.) Bütün umutlar, hayâl(ler), dayanma gücü kendisini avuntusuz, yalnız bırakıp çekilince, hayatına âniden gelen bir kesintiyle birdenbire durarak, gözleri karşıdaki uzaklığın hiçliği ve boşluğu içinde bir takım hayâller arıyormuş gibi dalıp gidiyordu.

  Hayatının pek nâzik, pek tehlikeli bir dönemini geçiriyordu. Büyük bir karışıklık ve çöküntü içinde bulunan sinirleri, her türlü üzüntüyü kabule hazır ve acıklı bir umutsuzluk içinde bulunan düşünme gücü, kafasından geçen korkunç tasarılardan birisine karar vermeye son derece uygun görünüyordu.

SergüzeştHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin