Bölüm 28: Portakal Çiçeği

1.2K 97 41
                                    

Multimedya: Charlie Puth - One Call Away.
İthaf: SenemErgn

Tam tempo okumalar!

*

Sarah Wendy

"Selam, kızım," dedim Eliza'nın başını okşayarak. Beni her zamanki gibi kapıda karşılamıştı. O benim en sadık dostumdu.

Eliza, dört yaşımdan beri bana yoldaşlık eden Alman kurdu cinsi bir köpekti fakat benim için bir köpekten çok daha fazlası olduğu aşikârdı.

Kapıyı kapatıp çantamı, anahtarımı ve kanlı fularımı vestiyere bırakıp kendimi büyüğk salonumun yumuşak koltuğuna attığımda Eliza üstüme çıktı.

"İzin verde biraz dinleneyim," dedim gülerek tüylerini okşayarak. Onu iki gün önce yıkamama rağmen dün bahçede yine kirlenmişti. Dışarıda oynamayı herkesten çok seviyordu.

Onu yere bırakıp az önce vestiyere koyduğum kanlı fuları da alarak üst kattalki odama çıktığımda peşimden gelmedi. Kasabadaki herkes gibi bende büyük bir eve sahiptim ve burada yalnızca Eliza ile yaşıyordum. Kısa bir zaman önce birlikte yaşadığım büyükannemi kaybetmiştim.

Ailemin ise sadece yaşadığını biliyordum. Epey uzun bir süre önce onlarla olan tüm bağımı koparsam da ara sıra babamın aklına düştüğüm zamanlarda beni aramasıyla onlardan haber alabiliyordum. İtalya da kendilerine bir düzen kurmuşlardı ve ne onların bana, ne de benim onlara ihtiyacım vardı. Zaten pek de sıkı aile bağlarım olduğu söylenilemezdi.

Zaten bizi sihirbazlarla bir arada tutan tek ortak noktamız buydu. Benimde, Rosalie ve Alistair'ın da, Alec'in de, Dexter'ın da, Elison'ın da, Jackson'ın da ve hatta ne tesadüf ki aramıza sonradan katılan Isabella'nın bile ailesi yoktu.

İnsanları özendirecek, yalnızca fantastik filmlerde bulunabilecek yeteneklere sahiptik ama ailesizdik. Bazılarımızın ailesi hiç yoktu, bazılarımızınkinin ise yoktan farkı yoktu.

Kendimi yatağımın üstüne bırakıp derin bir nefes aldığımda elimdeki fular kucağıma düştü.

Fuları tekrar avuçlayıp havaya kaldırdım. Pembeliklerin arasındaki beyaz puantiyelere kan bulaşmıştı. Alec'in burnu uzun zaman durmamış, kanamaya devam etmişti ve bende aklıma gelen ilk şey ile kanı temizlemiştim.

Alec'i diğerleri gibi görmüyordum. Biliyordum, onun kimseye ihtiyacı yoktu ama ben tam on bir sene önce kendimi Alec'in bana ihtiyacı olduğu yalanına inandırmıştım ve öyle yaşıyordum.

Ne zaman başına en ufak bir kaza bile gelse ilk yanında olan hep ben olurdum. Bazen sadece laf olsun diye konuştuğu zamanlarda sırf sorusu havada kalmasın diye ben cevaplardım. Kendini tehlikeye atmasın diye risk alan hep ben olurdum ama o tüm bunlara rağmen bir kez olsun beni görmemişti.

Bunun için ona kızmaya kıyamıyordum bile. Belki de elimde olsa onu bir cam fanusun içinde saklar, hiçbir zarar gelmemesi için kolaylık sağlamış olurdum ama biliyordum, Alec Wells ele avuca sığmazdı.

Stefan Zweig'in 'Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu' adlı romanını okuduğum günü hatırlıyordum. Her koşulda, bulduğu her fırsatta, her kimlikte kendini Bay R.'ye göstermeye çalışan fakat karşısındaki kaygısız adamın bir kez bile umrunda olmayan o kadın için günlerce ağladığımı hatırlıyordum.

Halbuki aslında ağladığım kişi o kadın değil, benim ta kendimdi...

Tıpkı şöyle diyordu kitapta: "Senin hoşnutsuzluğunun, soğukluğunun, kaygısızlığının olsaı tüm şıklarını, evet, bunların hepsini tutkuku viztyonların kalıbında kafamdan geçirmiştim ama bunların içinde birini, tek bir tanesini, en ürkütücüsünü, yani benim varlığımı hiçbir şekilde fatk etmeyeceğin ihtimalini en karanlık ruh hallerimde, aşağılık kompleksimin en uç noktalarında bile göze alamamıştım."

İMGE - IHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin