Öteki, iskemlesinden süratle doğrularak:
"Ben bitirdim efendim! Hanımlar bir türlü yazamadılar. Kendilerine
başka işler verilmiş!" dedi.
"Ben size bu işin hepsinden acele olduğunu söylemedim
mi?"
"Evet efendim, ben de onlara söyledim!" Hamdi daha çok bağırdı:
"Bana cevap vereceğinize size havale edilen işi yapın!" Ve kapıyı
vurarak çıktı.
Raif efendi de onun arkasından çıkarak daktilolara tekrar yalvarmaya
gitti.
Ben, bütün bu manasız sahne esnasında bana küçük bir nazar atmaya bile lüzum görmeyen Hamdi'yi düşündüm. Bu sırada tekrar içeri giren Almanca mütercimi, yerine geçerek başını önüne eğdi. Yüzünde insanı hayret, hatta hiddete sevk eden o sarsılmaz sükûn vardı.Eline bir kurşunkalem alarak kâğıdı karalamaya başladı. Yazı yazmıyor,
birtakım çizgiler çiziyordu. Fakat bu hareketi, sinirli bir adamın, farkında olmadan, herhangi bir şeyle meşgul olması değildi. Hatta dudaklarının kenarında, sarı bıyıklarının hemen alt tarafında, kendinden emin bir tebessümün belirdiğini görür gibiydim. Eli kâğıdın üzerinde ağır ağır hareket ediyor ve o, ikide birde durup gözlerini küçülterek, önüne bakıyordu.
Gördüğü şeyden memnun olduğunu,
yüzünü saran o belli belirsiz gülümsemeden anlıyordum. Nihayet
kalemi yanına bıraktı, karaladığı kâğıdı uzun uzun seyretti. Ben
gözlerimi hiç ayırmadan ona bakıyordum.
Bu sefer yüzünde yepyeni
bir ifadenin peyda olduğunu görünce şaşırdım: Adeta birisine acır gibi
bir hali vardı. Meraktan yerimde duramıyordum. Kalkacağım sırada o
doğruldu, tekrar daktiloların odasına gitti. Hemen fırladım, bir adımda
karşı masaya vardım ve Raif efendinin, üzerine bir şeyler çizdiği kâğıdı aldım. Buna bir göz atınca hayretimden donakaldım.
Avuç içi kadar kâğıdın üzerinde Hamdi'yi görüyordum. Beş on basit
fakat fevkalade ustaca çizginin içerisinde bütün hüviyetiyle o vardı. Başkalarının aynı benzeyişi bulacaklarını pek zannetmem, hatta teker teker araştırılınca belki hiçbir tarafı benzemiyordu, fakat onun biraz evvel odanın ortasında nasıl avaz avaz bağırdığını gören bir insan için yanılmaya imkân yoktu. Hayvanca bir hiddet ve tarifi imkânsız bir bayağılıkla, mustatil*
şeklinde açılmış duran bu ağız; baktığı yeri delmek istediği halde aciz
içinde boğulmuşa benzeyen bu çizgi halindeki gözler; kanatları
mübalağalı bir şekilde yanaklara kadar genişleyen ve böylece çehreye
daha vahşi bir ifade veren bu burun... Evet, bu, birkaç dakika evvel
şurada duran Hamdi'nin, daha doğrusu onun ruhunun resmiydi. Fakat hayretimin asıl
sebebi bu değildi: Ben şirkete girdiğimden, yani aylardan beri, Hamdi hakkında birbirine zıt bir sürü hükümler verip duruyordum.Onu bazan mazur görmeye çalışıyor, çok kere de istihfaf ediyordum**. Asıl
şahsiyetiyle, bugünkü mevkiinin ona verdiği şahsiyeti birbirinekarıştırıyor, sonra bunları ayırmak istiyor ve büsbütün çıkmaza giriyordum. İşte Raif efendinin birkaç çizgi ile ortaya koyduğu Hamdi, benim uzun zamandan beri görmek istediğim halde bir türlü göremediğim insandı. Yüzünün bütün iptidai ve vahşi ifadesine rağmen acınacak bir tarafı vardı.
Zalimlik ve zavallılığın iştiraki hiçbir
yerde bu kadar vazıh olarak gösterilmemiştir. Sanki on senelik
arkadaşımı ilk defa bugün sahiden tanıyordum.
Aynı zamanda bu resim bana birdenbire Raif efendiyi de izah etmişti.
Şimdi onun sarsılmaz sükûnetini, insanlar ile mü-nasebetlerindeki
garip çekingenliğini gayet iyi anlıyordum. Etrafını bu kadar iyi tanıyan, karşısındakinin ta içini bu kadar keskin ve açık gören bir insanın
heyecanlanmasına ve herhangi bir kimseye kızmasına imkân var
mıydı? Böyle bir adam, önünde bütün küçüklüğü ile çırpınan birine
karşı taş gibi durmaktan başka ne yapabilirdi? Bütün teessürlerimiz,
inkisarlarımız****, hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin
anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. Her şeye hazır bulunan ve kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?
Raif efendi, benim için tekrar merak verici bir mahiyet almıştı.
Kafamda onun hakkında, biraz evvel beliren ışığa rağmen, birçok
tezatların bulunduğunu seziyordum. Elimde tuttuğum resmin çizgilerindeki isabet, bunun bir heveskâr elinden
çıkmadığını gösteriyordu. Bunu yapan kimsenin uzun seneler resimle
uğraşmış olması lazımdı. Burada sadece baktığını sahiden gören bir
göz değil, gördüğünü bütün incelikleriyle tespit etmesini bilen bir
hüner de vardı.
Kapı açıldı. Elimdekini çabucak masaya bırakmak istedim,
fakat geç kalmıştım. Macar şirketinden gelen mektubun
tercü-meleriyle bana doğru yaklaşan Raif efendiye özür diler gibi:
"Çok güzel bir resim... " dedim.
Onun şaşıracağını, sırrını ele vereceğimden korkacağını sanmıştım.
Hiç de böyle olmadı. Her zamanki yabancı ve dalgın gülüşüyle kâğıdı
elimden alarak:
"Senelerce evvel, bir müddet resimle meşgul olmuştum!.. " dedi. "Ara
sıra, el alışkanlığıyla bir şeyler karalıyorum... Görüyorsunuz ya,
manasız şeyler... Can sıkıntısı işte... "
Resmi avucunun içinde buruşturarak kâğıt sepetine attı.
"Daktilo hanımlar pek acele yazdılar!" diye mırıldandı. "Herhalde
yanlışlar vardır, fakat okumaya kalksam Hamdi beyi daha çok
kızdıracağım... Hakkı da var... Götürüp vereyim bari... "
Tekrar dışarı çıktı. Gözlerimle kendisini takip ettim. "Hakkı da var,
hakkı da var!" diye söyleniyordum.
Bundan sonra Raif efendinin her hali, sahiden manasız ve
ehemmiyetsiz olan hareketleri bile, bana merak vermeye başladı.
Onunla konuşmak, hakiki hüviyetine dair bir şeyler öğrenmek için her
fırsattan istifadeye kalktım. O benim bu fazla sokulganlığımı fark
etmez göründü. Bana karşı, nazik, fakat daima arada bir boşluk bırakan
tavrını muhafaza etti. Dostluğumuz dıştan ne kadar ilerlerse ilerlesin,
içi bana daima kapalı kaldı. Hatta ailesini, bu aile arasındaki vaziyetini
yakından görünce hakkındaki merakım büsbütün arttı. Kendisine
yaklaşmak için attığım her adım beni birçok yeni muammalarla karşı-
laştırıyordu.
Evine ilk defa olarak, mutat hastalıklarından birinde gittim. Hamdi yarına kadar tercüme edilecek bir yazıyı hademe ile göndermek istiyordu:
"Bana ver, hem ziyaret etmiş olurum" dedim.
"Pekâlâ... Bak bakalım nesi var. Bu sefer fazla uzadı!"
Hakikaten bu sefer hastalığı biraz uzun sürmüştü. Bir haftadan beri
şirkete uğramıyordu. Hademelerden biri Ismetpaşa mahallesindeki evi
tarif etti. Mevsim kış ortalarıydı.
Erkenden karanlık çöken sokaklarda yürümeye başladım. Ankara'nın asfalt döşeli yollarına hiç benzemeyen bozuk kaldırımlı dar mahalleleri geçtim.
Birbiri arkasına yokuşlar ve inişler vardı. Uzun bir yolun sonunda,
adeta şehrin bittiği yerlerde, sola saptım ve köşedeki kahveye girerek
evi öğrendim: Taş ve kum yığılı arsaların arasında tek başına duran iki katlı, sarı boyalı bir bina. Ra-if efendinin alt katta oturduğunu
biliyordum. Zili çaldım. Kapıyı on iki yaşlarında bir kız çocuğu açtı.
Babasını sorunca, yapmacık bir tavırla yüzünü buruşturup dudaklarını bükerek: "Buyurun!" dedi.
Evin içi hiç de zannettiğim gibi değildi. Yemek odası olarak
kullanıldığı anlaşılan holde büyük ve açılıp kapanır bir masa, kenarda
içi kristal takımlarla dolu bir büfe vardı. Yerde güzel bir Sivas halısı
duruyor, yan taraftaki mutfaktan dışarı yemek kokuları vuruyordu. Kız
beni evvela misafir odasına aldı. Buradaki eşya da güzel, hatta pahalı
şeylerdi. Kırmızı kadife koltuklar, alçak ceviz sigara masaları ve bir
kenarda kocaman bir radyo odayı dolduruyordu. Her tarafta, masaların
üstünde ve ka-napelerin arkalığında ince işlenmiş, krem rengi dantel ve
gemi şeklinde yazılmış bir "Amentü" levhası asılıydı.
Küçük kız birkaç dakika sonra kahve getirdi. Yüzünde nedense hep o
beni küçük görmek, benimle alay etmek isteyen şımarık ifade vardı.
Fincanı elimden alırken:
"Babam rahatsız efendim, yatağından çıkamıyor, siz içeri buyurun!"
dedi. Bunu söylerken de benim bu kibar muameleye hiç layık
olmadığımı kaş ve gözleriyle anlatmak ister gibiydi.
Raif efendinin yattığı odaya girince büsbütün şaşırdım. Burası evin
diğer taraflarına hiç benzemiyen, adeta bir leyli mektep yatakhanesi,
veya bir hastane koğuşu gibi yan yana bir sürü beyaz karyolaların dizili
durduğu küçük bir odaydı. Raif efendi bu yataklardan birinde, beyaz
örtülerin altında, yarı otu
rur bir vaziyette yatıyor ve gözlüklerinin arkasından beni selamlamaya çalışıyordu. Oturmak için bir iskemle aradım. Odada bulunan iki iskemlenin üzeri de yün hırkalar, kadın çorapları, sırttan çıkarılıp atılıvermiş birkaç ipekli elbise ile doluydu.
Bir kenarda, kapısı yarı açık duran, vişneçürüğü boyalı adi elbise
dolabının içinde rastgele asılmış elbiseler, tayyörler ve bunların altında düğümlü bohçalar vardı. Odada insanı şaşırtacak bir kargaşalık hüküm sürüyordu.
Raif efendinin başucundaki komodinin üzerinde, teneke bir
tepsi içinde, öğleden kaldığı anlaşılan kirli bir çorba tabağı, ağzı açık
küçük bir sürahi ve bunların yanında, şişeler veya tüpler içinde bir sürü
ilaç duruyordu.
Hasta adam:
"Şuraya oturuverin canım!" diyerek yatağın ayakucunu gösterdi.
Şöyle iliştim. Karşımdakinin sırtında, dirsekleri delinmiş, alacalı
bulacalı, yünden örme bir kadın hırkası vardı. Başını karyolanın beyaz
demirlerine dayamıştı. Elbiseleri benim bulunduğum tarafta,
karyolanın ayakucunda üst üste asılmış duruyordu.
Odayı gözden geçirdiğimi hisseden ev sahibi: "Ben burada çocuklarla
beraber yatarım... Odayı darmadağın ediyorlar... Zaten küçük ev,
sığamıyoruz da... " dedi. "Kalabalık mısınız?"
"Eh, epeyce! Bir yetişkin kızım var; liseye gidiyor. Bir de sizin
gördüğünüz... Sonra baldızım ve kocası, iki kayınbiraderim... Hep
beraber oturuyoruz. Baldızımın da çocukları var... İki tane... Ankara'da
ev derdi malum. Ayrı çıkmaya imkân yok... "
Bu sırada dışarıda ikide birde zil çalıyor, gürültüden ve bağıra bağıra
konuşmalardan eve aile efradından birinin geldiği anlaşılıyordu. Bir
aralık odanın kapısı açıldı. İçeri kırk yaşlarında, kesik saçları
kulaklarına ve yüzüne dökülmüş, şişmanca bir kadın girdi. Raif
efendinin kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Öteki ona cevap vermeden
beni işaret ederek:
"Daire arkadaşlarından..." diye takdim etti. "Refikam."
Sonra karısına dönerek: "Ceketimin cebinden al!" dedi.
Kadın bu sefer kulağına filan eğilmeden söylendi: "Ayol, para için
gelmedim, kim gidip alacak... Sen de bir türlü kalkamadın!"
"Nurten'i yollayıver. Uç adımlık yer!"
"Gece vakti bacak kadar çocuğu bakkala nasıl yollarım? Bu soğukta,
sonra kız... Hem git desem bile beni dinler mi?"
Raif efendi düşündü, düşündü; sonra, sanki nihayet bir çare bulmuş
gibi başını sallayarak:
"Gider, gider!" dedi ve önüne baktı.
Kadın çıktıktan sonra bana dönerek:
"Bizim evde de ekmek almak bir mesele... Bir hastalandık mı
gönderecek adam bulamazlar!" dedi. Pek üstüme vazifeymiş gibi:
"Kayınbiraderleriniz küçük mü?" diye sordum. Yüzüme baktı; cevap
vermedi. Hatta çehresinin ifadesi sualimi hiç duymamış intibaını
bırakıyordu. Fakat birkaç dakika sonra:
"Hayır, ufak değiller!" dedi. "İkisi de işe gidiyorlar. Onlar da bizim gibi
memur. Bacanak İktisat Vekâleti'ndedir, birer işe yerleştirdi.
Okumadılar, ellerinde bir orta mektep şahadetnamesi* bile yok!"
Sonra, birdenbire sözünü keserek sordu:
"Tercüme için bir şey mi getirdiniz?"
"Evet... Yarma lazımmış. Sabahleyin hademeyi gönderecekler!"
Kâğıtları aldı, yanına bıraktı. "Ben de hastalığınızı merak ettim."
"Teşekkür ederim... Uzunca sürdü. Cesaret edip kalkamıyorum!"
Bakışlarında garip bir tecessüs vardı. Alakamın sahi olup olmadığını
araştırır gibiydi. Onu inandırmak için birçok şeyler yapmaya hazırdım,
fakat ilk defa olarak herhangi bir şekilde bir heyecan ifade ettiğini
gördüğüm gözleri çabucak eski ifade-sizliklerine ve o her zamanki
bomboş tebessüme döndüler.
İçimi çekerek kalktım. Birdenbire doğrulup elimi tuttu:
"Ziyaretinize teşekkür ederim oğlum!" dedi. Sesinde bir sıcaklık vardı. İçimden geçenleri sezmişe benziyordu.
Hakikaten Raif efendiyle aramızda bugünden sonra bir yakınlık hâsıl
oldu. Onun bana karşı olan muamelesinin değiştiğini pek
söyleyemeyeceğim. Hele benimle samimi olduğunu, bana içini açtığını
iddia etmek aklımdan bile geçmez. O hep aynı
kapalı, sessiz insan olarak kaldı. Gerçi bazı akşamlar daireden beraber
çıkarak evine kadar yürür, hatta bazan içeri de birlikte girerek, kırmızı
mobilyalı misafir odasında birer kahve içerdik. Fakat bu esnada ya hiç
konuşmaz yahut da havadan sudan, Ankara'nın pahalılığından,
İsmetpaşa mahallesindeki kaldırımların bozukluğundan bahsederdik.
Evine, çoluk çocuğuna dair bir şey söylediği nadirdi. Ara sıra: "Bizim
kız riyaziyeden* gene kırık numara almış!" der sonra hemen lafı
değiştirirdi. Ben de bu hususta bir şey sormaktan çekiniyordum.
Kendisini ilk ziyaret ettiğim akşam karşılaştığım aile efradı, üzerimde
pek iyi bir tesir bırakmamıştı.
Hastanın yanından çıkıp holden geçerken ortadaki büyük masanın
etrafına dizilmiş gördüğüm iki delikanlı ile on beş on altı yaşlarında bir genç kız, birbirlerine sokularak, benim arkamı dönmemi beklemeden
fısıldaşıp gülmeye başlamışlardı. Gülünecek bir tarafım olmadığını
biliyordum. Fakat bunlar da, o yaşlardaki her kof insan gibi, ilk
rastladığının suratına gülmeyi bir nevi üstünlük alameti sayanlardandı.
Küçük Nurten bile ablasına ve dayılarına uymak için çırpınıyordu.
Sonradan bu eve her gidişimde aynı şeyi gördüm. Ben de henüz
gençtim, yirmi beş yaşımı doldurmamıştım, fakat birtakım genç
insanlarda gördüğüm bu garip itiyat: Tanımadıkları, ilk defa gördükleri
bir insanı pek tuhaf bir şey telakki etmek merakı, hayretimi
uyandırıyordu. Raif efendinin vaziyetinin de pek hoş olmadığını ve bu kalabalığın içinde onun fazla ve lüzumsuz bir şey gibi durduğunu fark
ediyordum.
Sonradan, bu eve gidip geldikçe, bu çocukların hepsiyle
ahbap oldum. Hiç de fena insanlar değillerdi. Yalnız boş, bomboş mahluklardı. Yaptıkları münasebetsizlikler hep buradan geliyordu.
İçlerinin esneyen boşluğu karşısında ancak başka başka insanları istihfaf ve tahkir etmek, onlara gülmek suretiyle kendilerini tatmin edebiliyorlar, şahsiyetlerinin farkına varıyorlardı.
Konuşmalarına dikkat ederdim. İktisat Vekâleti'nin en küçük iki
memuru olan Vedat'la Cihat'm daire arkadaşlarını, Raif efendinin
büyük kızı Necla'nın da mektep arkadaşlarını
çekiştirmekten, kendilerinde de aynen mevcut olan birtakım giyiniş ve hareket garabetlerini yalnız başkalarında görüp alaya alarak fıkır fıkır gülmekten başka işleri yoktu:
"Muallâ'nm düğünde giydiği o tuvalet neydi ayol? Kıh,
kıh, kıh!"
"Kız bizim Orhan'ı nasıl tersledi, bir görseydin... Kah, kah,
kah!"
Raif efendinin baldızı Ferhunde Hanım, üç ve dört yaşlarındaki iki
çocuğu ile uğraşmaktan ve bunları ablasına bırakmak fırsatını bulur
bulmaz, sırtına bir ipekli elbise geçirip alelacele boyanarak gezmeye
gitmekten başka bir şey düşünecek halde değildi. Kendisini ancak
birkaç kere, büfenin üstündeki aynada, boyalı ve ondüleli saçlarını
tüllü şapkasının altına yerleştirmeye uğraşırken gördüm. Daha oldukça
genç, henüz otuz yaşlarında olduğu halde, gözlerinin ve ağzının
kenarını sayısız buruşukluklar kaplamıştı. Boncuk mavisi gözleri, eşya üzerinde bir saniyeden daha fazla duramıyor ve doğduğu andan beri mahkûm olduğu sebepsiz bir iç sıkıntısını aksettiriyordu. Üstleri
başları daima bakımsız, yüzleri ve elleri daima kirli ve benizleri daima
soluk olan çocuklarına, anlayamadığı melun bir düşmanın musallat
ettiği iki ceza gibi kızıyor, süslenip sokağa çıkacağı sırada kirli
elleriyle üstüne dokunmamaları için onları yanından nasıl
uzaklaştıracağını bilemiyordu.
Ferhunde hanımın kocası, İktisat Vekâleti şube müdürlerinden Nurettin
bey ise bizim Hamdi'nin bir başka türlüsüydü. ()tuz otuz iki yaşlarında,
kumral ve dalgalı saçlarını ihtimamla
.ırkaya tarayıp berber çırakları gibi kabartan, "Nasılsınız?" dedikten
sonra bile büyük bir hikmet savurmuş gibi dudaklarını birbirine
yapıştırarak hafifçe başını sallayan bir adamdı. Konusurken insanın yüzüne sabit gözlerle bakar ve bu esnada gözlerinin
içinde: "Yahu, sizin söyledikleriniz de laf mı? Siz ne bilirsiniz sanki?"
diyen bir tebessüm dolaşırdı.
Bir sanayi mektebini bitirdikten sonra dericilik tahsil etmek üzere
nedense italya'ya gönderilmiş, fakat orada ancak biraz lisan, bir de
mühim adam tavırları almayı öğrenmişti. Bununla beraber, hayatta
muvaffak olmak için mühim meziyetleri vardı: Bir kere kendisini,
büyük bir itimatla, pek yüksek makamlara layık görüyor ve bilip
bilmediği her vadide olur olmaz fikirler yürütmek, istisnasız herkesi
istihfaf etmek suretiyle etrafında-kileri kıymetine inandırıyordu. (Ev
halkmdaki bu istihfaf illetinin onlara, pek hayran oldukları bu
enişteden geçtiğini zannediyorum.) Sonra üstüne başına çok dikkat
ediyor, her gün tıraş oluyor, yıpranmış pantalonlarını kendi nezareti altında sıkı sıkı ütületiyor, ayakkabının en şıkını, çorabın en fantazisini bulmak için bir cumartesi gününü dükkân dükkân gezmeye hasredebiliyordu.
Hatta, sonraları öğrendiğime göre, aldığı maaş kendisinin ve
karısının giyimine ancak yetmekte, iki kayınbiraderin eline geçen otuz
beşer liradan da bir hayır olmadığı için, evin bütün masrafı bizim Raif
efendinin cılız ücretine yüklenmekteydi. Buna rağmen, evde zavallı ihtiyardan başka herkesin borusu ötüyordu. Raif efendinin, daha kırk yaşına gelmeden ihtiyarlayan, gevşemiş etleri, göbeğine kadar sarkan memeleriyle acayip bir şişmanlığı birleştiren karısı Mihriye hanım, bütün gününü mutfakta yemek pişirmek, boş zamanlarında yığın yığın çocuk çorabı yamamak ve kız kardeşinin birbirinden haşarı
"yumurcaklarına" bakmakla geçirdiği halde, bir türlü ev halkına
yaranamıyordu. Hiç kimse evin nasıl döndüğünü sormuyor, sadece,
kendisini çok daha yüksek bir hayata layık gördüğü için, yemekleri
beğenmemek, bir şeye dudak büküp burun kıvırmak suretiyle, yeni bir
tatsızlık çıkarıyordu. Nurettin bey: "Bu ne biçim şey canım?" derken
adeta: "Benim verdiğim yüzlerce lira nereye gidiyor Allah
aşkına?"demek ister gibiydi. Boyunlarına yedi liralık eşarp takan
kayınbiraderler ise : "Ben bu yemeği sevmedim, bana yumurta pişir... "
yahut: "Ben doymadım, bana sucuk kızartıver!" diye Mihriye ablalarını
sofradan kaldırıp mutfağa yollamaktan hiç çekinmiyorlar, sonra da, herhangi bir akşam ekmek almak için on bir kuruş lazım olunca, bunu ceplerinden vermeye kıyamayarak, odasında hasta yatan Raif efendiyi daldığı uykudan uyandırıyorlar; bu da yetmiyormuş gibi onun niçin hâlâ iyi olmadığına ve bakkala kendisinin gitmediğine kızıyorlardı.
Evin, misafirlerin gözüne görünmeyen kısımlarındaki perişanlığına
mukabil, holdeki ve misafir odasındaki intizam bir dereceye kadar
Necla'nın eseriydi. Fakat ötekiler de, temasta bulundukları ahbaplarına
karşı evlerinin suratına bu şekilde bir maske geçirmeyi muvafık
bulmuşlardı.
Bu yüzden, hatta kendileri de iştirak etmek suretiyle, mobilya
mağazalarına senelerce taksit ödemişler, bir hayli sıkıntıya
katlanmışlardı. Fakat şimdi kırmızı kadife takımlar misafirleri takdirle
başlarını sallamaya sevk ediyor ve on iki lambalı radyo, bütün
mahalleyi gürültüye boğabiliyordu. Camekânlı büfede dizili duran altın
yaldızlı kristal içki takımı ise, sık sık getirip beraber rakı içtiği
arkadaşlarına karşı Nurettin beyi asla küçük düşürmüyordu.
Bütün bu yükleri çeken Raif efendi olduğu halde, evde onun yokluğu
ile varlığı müsavi gibiydi. En küçüğünden en büyüğüne kadar herkes
onu fark etmez görünüyordu. Kendisiyle gündelik ihtiyaçlardan ve
para meselelerinden başka bir şey konuşmazlardı; çok kere bunları da
Mihriye hanım vasıtasıyla halletmeyi tercih ediyorlardı. Sanki cansız
bir makine sabahleyin birtakım siparişlerle dışarı bırakılıyor,
akşamüzeri kolları dolu bir halde dönüyordu. Beş sene evvel, Ferhunde
hanımla evlenmek istediği sıralarda, Raif beyin peşini bırakmayan, ona
hoş görünmek için türlü türlü roller yapan, nişandan sonra eve her
gelişinde müstakbel bacanağına da gönül alacak bir şey getirmeyi
unutmayan Nurettin bey bile, şimdi bu kadar manasız bir insanla aynı
evde oturmaktan sıkılır gibiydi. Onun niçin daha fazla para
kazanmadığına, niçin daha lüks bir hayat
lemin etmediğine kızıyorlar, fakat aynı zamanda onun bir hiç,
('hemmiyetsiz ve kıymetsiz bir sıfır olduğundan emin bulunuyorlardı.
Oldukça aklı başında bir insana benzeyen Necla ile,henüz ilk mektebe devam eden Nurten bile, ihtimal eniştelerinin,
teyzelerinin ve dayılarının tesirleriyle, babalarına karşı
umumi havaya uymuşlardı. Ona gösterdikleri sevgide, bir angarya
savarmış gibi bir acelecilik; onun hastalığıyla alakalarında, bir fıkaraya
gösterilen yalancı merhamet gibi bir özentilik vardı. Yalnız karısı,
senelerden beri bir saniye bile hafiflemeyen
işler ve geçim dertleriyle biraz aptallaşmışa benzeyen Mihriye hanım, kocasıyla elinden geldiği kadar meşgul oluyor, onun kendi evlatları tarafından küçük görülmemesi, horlanmaması için gayret ediyordu.
Akşam yemeğinde bir misafir bulunduğu zaman kardeşlerinin veya
Nurettin beyin: "Eniştem gidip alıversin!" diye yüksek sesle
emretmelerine meydan vermemek için kocasını yatak odasına çekerek
tatlı olmaya çalışan bir sesle: "Haydi, şu bakkaldan sekiz yumurta ile
bir şişe rakı alıver. Şimdi onları sofradan kaldırmayalım!" diyor, fakat
kocasının ve kendisinin bu sofralara neden oturmadıklarını, kırk yılda
bir bunu yapacak olurlarsa, neden adeta diğerlerine karşı bir
saygısızlıkta bulunmuşlar gibi rahatsız bakışlarla karşılaştıklarını artık kendisi de düşünmüyor, belki bunu fark bile etmiyordu.
Raif efendinin de karısına karşı garip bir rikkati* vardı. Aylardan beri
sırtına bir kere bile mutfak elbisesinden başka bir şey giymeye vakit bulamayan bu kadına hakikaten acır gibiydi. Ara sıra:
"Nasılsın, hanım, bugün çok yoruldun mu?" diye sorar, ba-zan onu
karşısına alarak çocukların sınıf geçme vaziyeti, yaklaşan bayramın
masrafları hakkında konuşurdu.
Fakat diğer aile efradına karşı en küçük bir manevi bağla merbut**
olduğunu gösterecek alametler yoktu. Bazan büyük kızına gözlerini
diker, ondan bir şeyler, sıcak, tatlı bir şeyler bekler gibi dururdu. Fakat
bu anlar çabucak geçer, çocuğunun manasız bir kırıtışı, yersiz bir
gülüşü ile sanki aradaki boşluk birdenbire kendini gösteriverirdi.
Raif efendinin bu halleri üzerinde çok düşündüm.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KÜRK MANTOLU MADONNA - ORİJİNAL
General FictionHikayeye dair ve Sabahattin Ali'ye dair tüm bilgiler ve kendi notlarım hikaye tamamlandıktan sonra alt kısımda yer alacaktır.Diğer hikayelerime göz atmayı unutmayın 🌿 Destek için güzel yorumlarınızı ve beğenilerinizi eksik etmeyin. 👍 Hep başkaları...