Kafamı taksi camına yaslamış dışarıyı seyrediyordum. Arabalar gelip geçiyor, insanlar başkalarının hayatlarındaki acılardan habersiz yaşayıp gidiyorlardı. Ve ben de atmosferdeki düşünce bulutlarına Ege’yi tanıtmaya çalışıyordum. Nasıl olur da insanlar Ege kadar tatlı birini düşünmeden durabiliyorlardı?
O son derece yakışıklı ve ciddi anlamda popülerdi. Etrafından kız eksik olmazdı. Ama ne yazık ki bende o kızlarda olan cesaret yoktu. Yanına yaklaşıp da onu sevdiğimi kulağına fısıldayamazdım, utanırdım.
Gerçi kayda değer bir arkadaşlığımız da yoktu. Sadece birkaç kez kantin sırasında karşılaşmış ya da koridorda birbirimize rastlamıştık. Onu her gördüğümde selam veriyordum; ama son zamanlarda bunun aşırıya kaçtığını düşünüp daha “cool” davranmaya başlamıştım.
İlerideki kafeyi görünce şoföre teşekkür ettim ve parayı uzatıp taksiden indim. Kafeye girdiğimde tanıdık waffle ve kahve kokusuyla mayıştım. Buraya bayılıyordum!
Köşedeki çift kişilik masalardan birine geçtim ve Kerem’i beklemeye başladım. Bu sırada kendime yarım porsiyon kahvaltı menüsü sipariş ettim. Tam yemeye başlayacaktım ki Kerem’in sesini duydum.
“Seni gidi obur şey, 2 dakika bile bekleyemez miydin?”
“Hey! Bana obur diyemezsin!”
Güldü. Karşıma oturdu ve kendine çift kişilik kahvaltı sipariş etti. Gözlerimi iri iri açtım.
“Bir de bana diyorsun hayvan! Çift kişilik kahvaltı nedir ya?”
Bu sefer ikimiz de güldük. Kahvaltılarımızı ederken bir yandan da sohbet ediyorduk.
“Parti için her şey hazır” dedim. Cidden günlerdir parti için organizasyon yapıyorduk ve genelde Öykü, Kerem ve ben takıldığımız için bu organizasyonları Öykü’den gizli yapmak oldukça zordu.
“Akşam 7’de Öykü’yü alıp bara getireceğim. Babam kısa süreliğine barı kiraladı. Ve her türlü alkollü içecek ortadan kaldırıldı. Tüm geceyi soda ve meyve sularıyla geçirmek zorundayız.”
“Ah, alkollü şeyler olsa da içebileceğimizi sanmıyorum. Sonuçta neredeyse hiçbirimizin alkole karşı bağışıklılığı yok.” dedi. Haklıydı. Şimdiye kadar hiç içmemiştim. Aşırıya kaçırıp herkesin içinde rezil olmak istemezdim.
“Haklısın, biz alkole alışkın değiliz ama Melis, Selin ve Arzu için ne söyleyeceksin?” dedim. Ağzımdan kaçıverdi ne yapayım?
“Melis, Selin ve Arzu seni neden bu kadar ilgilendiriyor ki? Onlar profesyonel sürtükler ve yaptıkları hiçbir şeyin esası yok. Tek amaçları ilgi çekmek ve Ege’yle öpüşmek.”
Ah, bir bilsen neden onlara bu kadar taktığımı!
Tanıştırayım;
Melis, okulun sürtükçübaşı, bronz bir ten ve masmavi gözler, ve tabii ki çıkık elmacık kemikleri. Eğer ondan bu kadar iğrenmeseydim güzel olduğunu kabul edebilirdim ama okulun yarısıyla çıkmasına rağmen hala Ege’yi en çok sevdiğini iddia edebilen bir çeşit varlıktır kendisi.
Arzu, kesinlikle Melis’ten daha karakterli bir kız. Okula ilk geldiğinde tamamen alay konusuydu çünkü fazla kiloları vardı. Onunla en çok uğraşanlardan biri de Melis’ti. Zaten Melis Ege’yle yakınlaşmasını Arzu’ya borçlu.
Arzu okula ilk geldiğinde sinir krizi geçirip Melis’le Ege’yi bir sınıfa itip kapının önüne de sıraları yığınca, Melis ve Ege’nin yakınlaşması kaçınılmaz olmuşu. Melis de Arzu’ya borçlu olduğunu hissetmiş olacak -ki bence biraz tırstı- Arzu’nun kilo vermesine yardım etti ve şu an Arzu onun sağ kolu. Anlamıyorum yani seninle bu kadar uğraşan biriyle nasıl arkadaş olabilirsin ki?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HAYALPEREST
Teen FictionGenç ve utangaç bir kız; Kitap kahramanlarıyla aşk yaşayıp arkadaşlıklar kuran ve kulaklığı olmadan yaşayamayan. Peki bu kız aşkı için arkadaşlarından vazgeçerse veya aşık olduğunu sanarsa...