sensörü bozuk lambası olan bir tuvalet kabininde varoluş hikâyemi baştan yazarken kapımı aralayıp kalbime sızışın bir tutam tarçını hüp diye içime çekmişim gibi acı veriyor şimdilerde ve dişlerime kadar kazınan öpüşün yüzünden ayık bile kalmak istemiyorum gündüzleri, yudumladığım sıvı, amsterdam anılarım kadar sarsıcı olmasa da acı acı geçiyor boğazımda izlediği yoldan ve jongin sen beni öperken canımı yakmayan tek insandın hayatıma şu güne kadar giriveren. bir tuvalet kabinini kilitlememenin cezası, hediyesiydin. birkaç şey söylemek istiyorum şimdilerde sana ama ağzımı aralayacak gücüm yok karşında. bir şekilde ne olduysa bana bunu kendi ellerimle sebep oldum. ulusal kanalların hepsinin akşam haberlerinde yankı edip mesaj mesaj dolaşan asit yağmuru haberinden sonra camımı aralık bıraktım ancak fırtınanın yelleri ağaçları konuştururken avuçlarıma dökülen damlaların hiçbiri fırtınaya ait değildi, avuçlarım sırılsıklam ve kazanan benim.
bu şekilde başlamıştı benim meselelerimin köşelerine sinip senin ışığın altında bana görünmez gelmeleri, bıraktığın boşlukta meselelerimle beraber dans ediyoruz ve mutluluk bir kelebek olmasa da kısa bir ömrü olduğu kesin, aldatıcı bir güzelliğin var ve aldandım sana, bana sarılışına, seni sarışıma ve dilimdeki tarçın aromasına.
karanlık odada tenimi saran tek şey gecenin ayazıyken dudaklarımda tüten sigaradır belki de başımı döndüren belki de beklenen asit yağmuru başlamıştır çoktan. çünkü düşünüyorum ki, kimyasal bir açıklaması olmalı bana gelişinin ve biraz soluklanıp sonra hiç düşünmeden gidişinin. radyoaktif yazıyor olmalı o gece üstünde, ellerim gömleğinin yakalarını sıkı sıkıya tutmuşken fark edememiş olmalıyım tehlikeni ve sen tişörtümün içine sonbahara inat sıcak avuçlarını soktuğunda çoktan zehrin altında ölmeye başlamış olmalıyım.
"hold me love me touch me honey
be the first who ever did"mutlaka bir denklemi olmalı yani: solji'nin, benim ve senin. benim meselelerimin seni bu denli korkutmasını istemezdim. seni bir seçim yapmak zorunda bırakmak istemezdim. bu topa bilerek girdim, o gece senin aksine hiç içmemiştim.
kulağımı hâlâ gıdıklayan sesindir belki de başımı döndüren, zehrini tarçın aromanla mı sakladın benden? oysa demiştin ki göğsünde uyandığım sabah mutfakta saçlarımı kulağımın arkasına tararken "ay kurabiyesine tarçın serperdi annem ben küçükken ve derdi çiçeğe benzesin istedim sahiden, ay kurabiyesini ayçiçeği kurabiyesi diye öğrendim bu yüzden." masadaki cam kapaklı kaseden ayçiçeği kurabiyesini ağzına atarken gözlerinin dolduğuna tanık oluşuma aldırmadan devam etmen hâlâ herbir hücremin belleğinde, gerçekten. "bu tarifi onun ben daha çocukken yemek tariflerini not aldığı defterini karıştırırken buldum geçenlerde, annem o sırada uyukluyordu televizyon başında ve tarifin tarçın kokulu oğluma başlığı altında yazan birkaç tariften biri olduğunu gördüğümde o sayfayı yırtıp cebime sıkıştırdım gizlice. şimdi ayçiçeği götürüyorum ona ne zaman hastaneye ziyarete gitsem."
solji'nin senin kuytu köşelerini dahi bildiğini biliyorum, elbette, sonuçta sevgilin olan o değil mi? hem de başında beri. ancak merak ediyorum benim gibi çeneni öpüp kollarını konuştukça büzülen bedenine mi sardı tuzlu yaşların yanaklarından akarken yoksa sana hiç inandırıcılığı olmayan birkaç telkin mi veriverdi aniden: her şey geçecek, ben hep senin yanındayım sevgilim?
ben hiç senin yanında olamadım ki jongin ve hiç görmedim ki her şeyin geçtiğini. kabahatim bu muydu yoksa benim, sana tatlı yalanları söylememek? apaçık bir gerçek vardı ama kalbimin ta orta yerindeydi ve avuçlarını tam oraya bastırmıştım ben seni sevdiğimi söylerken. gözlerindeki tuzun kuruduğunu görmüştüm, tuzlarından öpmüştüm tarçınlarında dinlenirken.
beni sevdiğini düşünmüştüm. solji'nin her anında yanında olduğunu bildiğim hâlde dönüp dolaşıp benim kollarımda büzüldüğünü gördüğümdendir belki de bu çocuk avuntum belki de gözlerindeki acının yanımda silindiğini düşünecek kadar kör kütüğümdür, sana karşı baştan yenilmişimdir.
dans ediyorum şimdi ve başım dönüyor. tenime soğuk nüfuz ediyor. seni seviyorum. sırtımı tablosuz beyaz duvarıma yaslarken ürperiyorum ve yanağımı senin sıcak avcunmuş gibi ılık omzuma sürtüyorum. bir amsterdamla bu hâle gelmedim beni yok eden benim. var edenle tanışmak istiyorum. seni varlığımı bir bar tuvaletinin sensörlü lambasına dahi ispatlayamadığımdan işedikten sonra klozetin kapağını kapatıp üstüne oturmuş kör karanlıkta ağlarken kabinimin kapısını açıp beni her şeyin geçeceğini ya da hep yanımda olacağını söylemeden şefkatle öptüğün geceden beri seviyorum.
sancıyorum.
ölüyorum ve diriliyorum.
kazanan ben oluyorum.
son
sene2016 ben varoluş sancısı çeken aşıkların şiirlerini yazıyorum, bu platformdayım
sene2019 akşam ve sabah haberlerinde ramazanda bir on - on beş sene evvel beraber pide kuyruğuna giren çocukların genç olup işkur önünde sıraya girdiğine tanık oluyorum, calculus1 hocamın içine içine konuşmasına gıcık oluyorum ve gelecek kaygısı taşıyan her birimizi bir kenara bırakıp varoluş sancısını karşılıksız aşkıyla ve sarhoşluğuyla kutlayan bir gencin sayıklamasını yazarken buluyorum, bir yere ayrılmadım yine bu platformdayım
üç yıldır aynı dikiş tutmaz yaranın üstünden geçiyorum: varoluyorum, yokoluyorum ve sancıyorum
hala gecenin ikisinde bağırıyorum
bbh, kazanan sensin
20.09.19
02:43
ŞİMDİ OKUDUĞUN
cinnamon in my teeth from your kiss • kaibaek
Fanfictionvaroluyorum, yokoluyorum ve sancıyorum.