Multimedia: Deniz Tekin - Gelir miyim
Görsel: Baran ve Aden
''Kırılmış biri çok güzel susar.
Her yerine hasret kalırsın...''
- Tuncel Kurtiz
Baran KARADAĞ
Yaklaşık 5 yıl önce...
''Gitmek zorunda değilsin.''
Boğaz manzaralı üç katlı yalının büyük oturma salonunun, tavandan yere kadar uzanan penceresinin önünde gergin bir şekilde dikiliyordum. Ruhumla eş değer olan kasvetli gökyüzünü ve denizi izlerken, ellerim ceplerimde, aklımdan geçen bin bir türlü düşünceyle boğuşurken, elimden geldiğince sakin bir görüntü sergilemeye çalışıyordum.
Sarsılmıştım... Hem de bu zamana kadar hiç sarsılmadığım kadar... Öfkeliydim de ancak öfkemi dışarıya vuramayacak kadar da yıkılmıştım. Tüm gücümle haykırmak istiyor, şu anda manzarasını izlediğim İstanbul'u bile yerle bir etmek istiyordum.
İstanbul da sanki tıpkı benim gibiydi şu an. Günün bu saatinde aydınlık olması gereken hava, kara bulutların ve yağan yağmurun etkisiyle tıpkı ruhum gibi kasvetliydi. Aramızdaki tek fark, İstanbul yağan yağmurla içini döküp rahatlarken, benim gözümden tek bir damla yaş bile gelmiyordu. Yüreğimdeki keder ve çaresizlik ruhumu ıslatırken buna gerek de yoktu zaten. Ağlamazdım ben. Ağlayamazdım... Hiçbir zaman böyle bir lükse sahip olmamıştım. Kimi insan ağlayarak rahatlarken, ben bunu hep başka yollarla yapmıştım. Ağlamanın bir zayıflık göstergesi olduğunu düşünüyordum. Çünkü ''O'' bana böyle öğretmişti.
Her zaman güçlü olmamı, ne olursa olsun asla yıkılmamamı ve daima dik durmayı öğretmişti. ''O'' da öyleydi çünkü... Hiçbir zaman güçsüz görmemiştim ''onu''. Ağlarken görmemiştim. Hayatta her zaman acılarla ve zorluklarla karşılaşabileceğimi, ama yine de tökezlemeden, düşmeden ayakta kalmam gerektiğini ''ondan'' öğrenmiştim ben. Şimdi içinde bulunduğum bu ana aslında beni ''o'' hazırlamıştı.
Tüm gücümle tepkisiz kalmaya kendimi zorlarken, öğrendiğim her şeyden nefret ediyordum şimdi. Güçlü olmak istemiyordum. Ayakta kalmak istemiyordum. Kırmak, parçalamak, isyan etmek ve yıkılmak istiyordum. Aslında hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum. Herkesin yaptığı gibi tüm bunları yaparak rahatlamak ve içimde ne varsa dökmek istiyordum. Ancak biliyordum ki, biri kafama zorla silah dayasa bile ben bunları yapamazdım. Çünkü ''o'' bana bunları öğretmemişti.
''Zorundayım, oğlum.''
Annemin acı dolu sesiyle bakışlarımı kasvetli İstanbul manzarasından çektim ve yavaşça olduğum yerde arkamı dönerek, ağlamaktan gözleri şişmiş olan naif kadına baktım. Klasik tarzdaki kahverengi deri üçlü koltuğun bir köşesine oturmuş, bakışlarını dalmış gibi yerde bir noktaya sabitlemişti. Her zaman enerjisi yüksek olan, cıvıl cıvıl giyinen annemin bugünkü çökmüş ve bembeyaz olan yüzüne bakarken yüreğimin sıkışmasına engel olamıyordum. Her zaman gökkuşağının tüm renklerini üzerinde taşıyan ve bunu en asil şekliyle yapan kadın, bugün ruhum gibi siyahlar içindeydi. Asaletinden yine de bir şey eksilmese de, ruhundan bir şeylerin eksildiğini görebiliyordum.
Kaybetmişti... Ruh eşini kaybetmişti. Gönlünü verdiği gönlünden bir parçasını kaybetmişti. Yıllarca ruhuna eş olan, hayatına renk veren mutluluğunu kaybetmişti.
Kaybeden bir tek annem değildi. Onunla beraber benim de bir kaybım vardı. Şu hayatta örnek aldığım tek insanı kaybetmiştim ben de.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Siyahın Cenneti
Romance''Baran lütfen... Lütfen anla beni, burada kalamam. Seni tanımıyorum bile... Üstelik tehlikede de olsam başımın çaresine bakabilirim. Lütfen bırak artık gideyim.'' Tam birkaç basamak çıkmıştı ki, durdu. Yavaşça bana doğru döndü ve bir kez daha donak...