"Neden acı çektiğini biliyorum."
Biliyor muydu, bilmiyorum. Bozulan sessizliğe rağmen yerimden kımıldamamıştım. Başımı kaldırabilirdim hiç olmazsa, ama yapmadım. Tepemin üstünde de dikilmemişti zaten. Yanıma gelmişti. Fark etmemiştim. Oturmuştu sessizce. Kabul, bunu biraz hissetmiştim. Oysa kim beklerdi ki söze girmesini... Kimdi o, kim olabilirdi en fazla?! İnsanlar, diyor tek bir gece bile parkta uyumamış bir delikanlı, kimse olamazlar. O an bunu düşünmüyordum. Önemi de yoktu zaten. Hiçbir zaman da olmamıştı. Ama keşke, hiç olmazsa, başımı kaldırsaydım. Gözlerimi belli belirsiz oynatmaktan başka bir şey gelmedi elimden tüm hayatım boyunca. Acıklı her hayat hikayesi gibi, benimki de bir başlangıç ve bitiş anına sahip değildi. Yarım yamalak ve ortadan bir yerden başlayan şeyler yumağı, belirsiz kıvılcımlar içinde birbiriyle çarrpışıp duruyordu. Bundan bir anlam çıkarmam mümkün değildi. Ben bile, hayatıma bakıp da, anlamlı hiçbir sonuca varamıyordum. Ve en sonunda dayanamamış, işlerin bu şekilde yürümesi gerektiğine inandırmıştım kendimi. Elbette bir parça da kandırıyordum bu konuda kendimi. Acının ve anlamsızlığın ve karanlığın nihai olduğunu kendime ne kadar sık tekrar edersem, bir şeylerin üzerini de o denli hiddetle örtmeye çalıştığımı fark ediyordum. Neydi o uzaklaşmak istediğim ya da korktuğum şey? Kim bilir.
Şimdi tekrar düşünüyorum da, gerçekten neden acı çektiğimi biliyor muydu?
Bilmiyorum.
Başını önüne eğdi. Anlayabiliyordum bunu. Darılmamıştı bana. Hatta haklı çıkmış gibi kafa bile sallamıştı. Kabul, bunu hiçbir zaman görmemiştim ve kafasını sallayıp sallamadığından asla emin olamamıştım. Ama öylesini yakıştırmıştım o an. Zihnim tamamen onunla ilgilenseydi, belki daha farklı bir sonuca da varabilirdim, ama hayır, başka şeyler vardı aklımda. Şimdi hatırlamıyorum. Ya da yalan söylüyorum. Bir önemi kalmayıncaya dek, her şeyi birbirine karıştırıyorum. Yığınla düşünce ve hissin altında eziyor ve eziliyorum. Böyle olmasını da istemiyorum. Bir tarifsizlikten öte bir şey değil bana dair olan her şey, ama bu kadar basit ve yalın bir gerçekle de yaşamayı doğru bulmuyorum.
Sessizliği bozmam gerekirdi bir şekilde. Bir şey dedi çünkü o, yalan yanlış da olsa bir çıkarımda bulundu. Elimden geleni ardıma koymamam lazımdı, ama önce başımı kaldırmalıydım. Ne mümkündü! Ne mümkün! Besbelli ki inanmıyordum. Neye ya da kime? Her şeye ya da hiç kimseye... Hayal kırıklığından öte bir şey bu. Yalnızca benim gibi olanlar anlayabilirdi bunu. Benim gibi olanlar kimler? Kimse bilemez bunu. Kimse de olamaz zaten. Ben bile benim gibi değilim. Öyleyse nereye varabiliriz bu kadar karmaşanın içerisinde? Bir yığın soruyla, neyi elde edebiliriz? Ya da edemeyiz?
Hiçbir şey demedim. Demem gerektiğini biliyordum. Demek istiyordum. Demedim. Bir nedeni yoktu. Olmamıştı. Olmayacaktı. Oturduğum bankta gözümü toprağa dikmiş ve avuç içlerimle bankın tahtasına sıkıca bastırıyorken, neyi anlatabilirdim? Güneşli bir günün tüm fedakarlığıyla beni oraya çivilemesinin ardından, kalkıp da ne söyleyebilirdim? Buna hakkım bile yoktu. Hep böyle düşünmüştüm. Hakkım yoktu. İnsanlarla konuşurken bile, benden ne zaman sıkılacaklarını hesap edip durmuştum. Hakkım yoktu kimseyi oyalamaya, hakkım yoktu kendimi anlatmaya, hakkım yoktu var olmaya. Besbelli ki acıklı bir ruhum vardı. Onu bu hale getiren de kendimdim. İstemeden olmuştu. Doğru olana daha fazla yakınlaşmaya çabalarken, kendimi kendi yolumdan kaldırıp her şeyi daha rahat göreceğim diye, işleri içinden çıkılmaz bir hale getirmiştim. Artık geri dönmek mümkün değildi.
"Birbirimizi sevebilir ve iyileştirebilirdik."
Haklıydı. Çok iyi tanıyordum onu. Hiç görmediğim ve hiç konuşmadığım bu kadını çok iyi tanıyordum. Onu aramakla geçmişti ömrüm. Onu yazmıştım her seferinde. Uykusuzluk çekerken gece yarılarında, onu düşlüyordum. Bir hayalden daha öteydi. O da beni biliyordu çünkü. Var ya da yok olmasının hiçbir zaman anlamı olmamıştı. Sıkışıp kaldığım bu ufak dünyamda, onu bulmak için yeterli cesaretim bile yoktu, yine de içimde bir yerlerde, hem de en derinlerimde, onu bulduğumu biliyordum. Konuşmuyorduk, görüşmüyorduk, dertleşmiyor ya da sevişmiyorduk. Buna gerek duymuyorduk. Benim yaşamış olduğumu ve birbirimize ait olduğumuzu biliyordu. Belki aynı zamanda bile değildik. Bizler, birbirinin hayalini kuran ve tüm saflığıyla birbirimiz için "O" olan bizler, bunu hiç de umursamıyorduk. Anlatmak güç bir şey. Hem de her seferinde daha da güçleşen bir şey.
Ben, zihnimdeki kadının şu ya da bu zamanda yaşayıp da, zihninde beni canlandırmasından bahsetmek istemiştim. Günlerce ya da yıllarca. Kimse dinlemezdi böyle bir şeyi. Ben bile dinlemezdim. Ucuz bir aşk hikayesi işte deyip geçiştirmek her zamam mümkündür. Dürüst olmak gerekirse, haklı bir durum olurdu da böyle bir geçiştirme. Aşkın ne önemi var? Yalnızlığımızda boğulmaya mahkum değil miyiz? Ne kadar anlatırsak anlatalım, bunu asla başaramamak için lanetlenmedik mi? Belki de bu yüzden zihinde kalmalı en yüce aşklar. Onlar gerçekleşemez. Tam da kendimiz yüzünden gerçekleşemez. Biz başaramayız bunu, biz bozarız büyüyü. Söylemek istediklerimiz ne kadar gerçekse, o denli beceremeyiz bu işi.
Gövdemi ileri geri hareket ettirdim. Abartılı bir biçimde değil, ufak bir esintiye kapılmışım gibi. Birçok anlama gelebilirdi bu. Ben bile bilmiyordum neden böyle yaptığımı. Belki de gerçekten ufak bir esinti olmuştu da ona kapılmıştım. Kim bilebilirdi ki bunu? Geçmiş, zihnimin bölük pörçük yansımalarından başka bir şey değildi. Delikler açılmıştı orada onlarca ve yüzlerce. Ben ya da bir başkası açmıştı onları, bunun bir önemi yoktu. Bir şeyler mırıldanmak istiyordum artık, o deliklerden bir şeylerin kaçıp kurtulduğunu biliyor ve bunun hesabını sormak istiyordum. Gözlerimi oynattım biraz, başımı da kaldırsaydım keşke. Göz kapaklarımı indirdim onun yerine. Utandığımdan değil, ya da çaresizlikle ilgili değil tüm bu olanlar. Güneşli bir günde bir parka gittiğinizde ve bir banka iliştirdiğinizde kendinizi, yanınıza daha önce hiç tanımadığınız bir kadının gelip oturmasını beklemezsiniz. Kabul, bunu ümit edersiniz, mutlu bir gülümsemeyle karşılık verilecek bir şey bile olabilir bu. Ama onun konuşmasını beklemezsiniz. Öyle olsa bile, bu şekilde konuşmasını istemezsiniz. Ya da çok istersiniz. Hayatınızın orta yerine biri girsin ve sizi sarssın istersiniz. Sahip olduğu tüm kudretle hayatınıza girsin ve sizinle savaşsın istersiniz. Hayır, daha doğrusu, sizin yerinize, sizin savaşmak zorunda kaldığınız tüm o yorucu ihtimallerle savaşsın istersiniz. Kendinizi onun kollarına bırakırken, bu teslimiyetin de onun için yeterli bir savaş sayılmasını istersiniz. Anlatmak güç, demiştim. Her şeyin de ötesinde, iki kişinin birbirine teslim olmasının, birbirleri için en büyük savaş olmasını görmek isteriz. Bunu tam olarak böyle de düşünmeyiz. Bitip tükenmez zırvalıkların içinde, böyle bir şeyler sezinleriz sadece. Teslimiyetin savaş olduğunu kısacık bir anlığına dahi olsa en ücra köşelerimizde bile hissederiz.
Sessizlik hep vardı. Hep var olacak. Bize kalan bunun inkarından başka bir şey değil.
"Haklısın. Burada olmamalıyım. Zaten değilim de."
"Ben de." diye cevap verdim en nihayetinde başımı kaldırırken. Kimseyi görmedim ve kimse beni görmedi. Ben, o kadının, parkta yalnız başına oturduğunu varsaydığı biriydim sadece. Gelip yanıma oturmak istemişti. Kendine inanmasa bile, kendini bana teslim etmek istemişti. Birkaç cümleyle beni sarsmak ya da sarmak istemişti. Mümkündü böyle bir şey. İkimiz için de mümkündü. Herkes için de mümkündü. Saplanıp kaldığım bankın birinde, hiç konuşmazken, söylenmiş ve söylenecek her şeyi taşıdığımı biliyordu. Tıpkı benim gibi, o da beni düşlüyordu. Her şeyin de ötesinde, gülünç bir gerçekliği vardı bu birlikteliğin, ki herkes biliyor ki, bir birliktelik bile değil bu. İhtimaller yığını sadece. Bizleri hayatta tutan şey de bu. Hepimizi değil tabii. Bazılarımızı. Benim gibi olan bazılarını.
Koca bir yenilginin tarihini görüyorduk hepimiz o gün. Daha doğrusu görebilirdik. Bir banka gözünü dikip dikkatle bakan herkes görebilirdi bunu. Zamanın başlangıç ve sonunun boş bir bankın kıvrımlarında gizli olduğunu herkes eninde sonunda kestirir. Bizlerin belirsiz benliğini tamamlayan şey, işte o boşluktadır. Bilgece sözler değil bunlar, bir gerçeğin yalan yanlış dahi olsa dile getirilmesi sadece. En azından, bunun için uğraşılması. Birbirini düşleyen iki insanın asla bir araya gelemeyişindeki beraberlik ve bunun tüm zamanlara yayılan gerçekliği. Gerçekleşen her şey bir bitime ve yıkıma gebedir. Oysa gerçekleşmemiş bir ihtimal, var olmuş ve var olacak her şeye siner biraz. İşte aşkın yansıması da burada gizlidir. Asla bir araya gelmeyen, ama birbirinin olan iki insanın hazin talihi, onları yavanlıktan kurtaran ve ölümsüzlüğe kavuşturan şeyin ta kendisidir.
Ve tüm bunlara rağmen, bu olanların kimseyle ilgisi yoktu. Ve tam da bu yüzden, herkesle bir parça dahi olsa ilgisi vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İhtimal
Short StoryBesbelli ki inanmıyordum. Neye ya da kime? Her şeye ya da hiç kimseye... Hayal kırıklığından öte bir şey bu. Yalnızca benim gibi olanlar anlayabilirdi bunu. Benim gibi olanlar kimler? Kimse bilemez bunu. Kimse de olamaz zaten. Ben bile benim gibi de...