Bölüm 88 : Savaş başladı

422 40 14
                                    

Taksi sessizdi, çalan bir şarkı yoktu. Telefona tekrardan bakıp "Burası, burada ineyim ben." dedim. 17 dolar ücreti ödeyerek arabadan indim. Taksi de geldiği yola dönerek gözden kayboldu. Kapşonumu başıma geçirerek saatime baktım. Gece yarısını yirmi beş dakika civarı geçiyordu. Önüme baktığımda parkı gördüm. Eğer orada biri varsa, geldiğimi bilmesini istiyordum bu yüzden sesli adımlar atarak oraya yöneldim.

Kaldırımdan karşıdan karşıya geçerken parktaki gölge daha da belirginleşti. Işık daha da belirgin oluyordu artık. Planım belliydi. Al ve öldür... Bu kadar basit. Daha önce de yaptım, şimdi de yapardım.

Ancak... Yaklaştığımda karşımda Marty ile neredeyse aynı yaşlarda bir kız çocuğu olduğunu gördüm. Gözlerim hayretten sonuna kadar açık kaldı. Birkaç saniye duraksadıktan sonra yürümeye devam ettim. Elimi cebimden çıkartıp kız çocuğunun yanına gittim. Daha ona beş adımlık mesafeden yaklaşmıştım ki "Ne lazım?" diye sordu.

"Ne mi lazım?" diye karşılık verdim anlamamış gibi davranarak.

"Alacaksan al, almayacaksan uza buradan." dedi bana bakmadan.

"Aa, şey..." dedim duraksayarak. "Nelerin var?"

"Marihuana, kokain, eroin, LSD." diye yanıtladı.

"En küçük paket marihuanandan alayım." dedim ve ellerim titreyerek cebimden yirmi dolar çıkardım. Parayı alıp cebinden şeffaf bir paket verdi.

O an olayın şokunu atlatmakla uğraşıyordum. Kızın "Başka bir şey?" demesiyle irkildim. Başımı iki yana salladım ve arkama dönüp geldiğim sokağa döndüm. Birkaç sokak daha gitmek en iyisi diye düşündüm. Bunu yaptıktan sonra Smith'i aradım.

"Hallettin mi?" diye sordu.

"Lütfen bana tamamen araştırmadığını söyle..." dedim tehditkar bir ses tonuyla.

"Neyden bahsediyorsun sen?" diye sordu tekrar.

"Burada satıcı olarak bir kız çocuğu olacağını biliyor muydun?" dedim sesimi biraz daha alçaltarak.

"Ne? Kız çocuğ... Ne?" diyebildi en az benim kadar şaşırarak.

"Bir kız çocuğunu öldüremem, bana bir adamın olduğu adres bul. Hemen!" diye bağırdım. Evet, fısıtlıyla bağırdım.

"Bana beş dakika ver." dedi ve telefonu kapattı.

En azından Olivia kadar bağımlı değildim, ama stres yapmıştım ve rahatlamaya ihtiyacım vardı. Zaten yanıma koymuşlardı, stres yapacağım da belliydi. Ama... Neredeydi? Lanet olsun, arıyor ama bulamıyordum bir türlü.

Sonra da aklıma az önce aldığım marihuana geldi. Dedikleri kadar bağımlılık yapıyor muydu acaba? Meth'e bağımlı olmadığıma göre, marihuanaya da karşı çıkabilirdim herhalde. Şükürler olsun ki adamlar sarıp da satıyorlarmış. Yoksa o an başka türlü içemezdim. Ve yine şansıma, sokakta kimsecikler yoktu. Cebimden çakmağımı çıkartıp aldığım otu yaktım ve içmeye başladım.

Çömelip rahatlamaya çalışırken telefonun titremesiyle irkildim. Smith adresi mesaj yoluyla atmıştı. Otumdan son bir nefes daha alıp yere attım ve üstüne bastım.

Adam gerçekten de işini becerebiliyordu. Karavanı vermemize değmişti bence, çünkü ne zaman bilgiye ihtiyacımız olsa verebiliyordu. Tabi, odasında işkence yapmaya hazır bir adam varken başka bir şeye ihtiyacı olmazdı ki...

Verdiği adresin olduğu yerin bir sokak arkasından, ileriyi izliyordum. O sırada yağmur çiselemeye başladı. Sokak lambasının altında adam dikiliyordu. Karanlığın köründe yalnız başına. Bir sağıma, bir de soluma bakıp kimsenin olmadığını görünce yürümeye başladım. Bir bağımlı taklidi yapıyordum ve bu işte epey iyiydim. Çünkü o an rolüme kendimi kaptırmıştım. Ben de kendimi bir bağımlı olarak görüyordum.

Işık daha iyi vurduğunda, 35 yaşlarında şişko bir adam olduğunu gördüm. İşte bu iyi bir hedefti. Yanına gidip elimi yumruk yapıp uzattım ve "Nasıl gidiyor?" diye sordum.

Adam bana huysuz kedi gibi bakarak bıyık altından güldü ve "Ne lazım?" diye sordu.

Burnumu çeke çeke konuşuyordum. "En ucuz otundan." dedim.

"20'lik veriyorum." dedi ve cebinden öncekiyle aynı bir şeffaf paket çıkarttı. Yirmi dolar uzatarak paketi aldım ve inceledim.

"Dostum, bari yanında çakmak falan verseydiniz?" dedim şikayetçi bir tonla.

"Ne?" dedi anlamamış gözlerle bakarak.

"Sattığınız ot zaten bir halta benzemiyor, bari bir çakmak verseydiniz." dedim dalga geçerek.

"İstemiyorsan alma, zorlayan yok." diyerek paketi uzattı ancak ben geri çektim.

"Tamam tamam, alıyorum." dedim.

Paketi ışığa tutarak sanki deney yapıyor gibi incelemeye başladım. Tam sırasıydı, biraz daha yükseğe tutarak elimden kaydırdım paketi. Düşürmüş gibi yaparak eğildim. Tam hazırlıksız olduğu o an sol cebime sığdırmayı becerebildiğim silahı çıkartıp tam midesine ateş edebilmeyi becerdim. Adam şoktan ne yapacağını şaşırdı. Ancak onun tepkisin bekleyemezdim. Hazır birkaç saniye kazanmışken, eğildiğim yerden ayağa kalktım ve tam kafasına nişan aldım. Bir saniyelik tereddüt etmeme rağmen, tetiği çekmekte başarılıydım. Silaha bir susturucu takmıştım ama bir patlama sesi olsaydı bile, kimsenin duyacağını sanmıyordum.

Kanı... Üzerime sıçradı. Ama bunun için düşünecek vakit yoktu. Hemen aklımı plana vererek sırt çantamı çıkarttım ve içindeki ince odunları, telefondaki resime benzetecek şekle getirmeye çalıştım. Büyük bir V harfi vardı, bir de yan çizgi atmışlardı. Ters A işareti gibiydi biraz. Dizmeyi bitirdikten sonra elimi çantaya uzatıp şişeyi alarak içindeki benzini odunların üstüne döktüm. Ardından bir kibrit yakarak odunların arasına attım.

Odunlar alev aldığında, kesinlikle ters bakıldığında bir A harfi sanılacaktı. Ancak düz bakacaklarını umdum. Ve büyük ihtimalle kimin yaptığını anlayacaklardı. Aman işte... Kimin yaptığını sanmalarını istediğimiz kişilerin yaptığını sanacaklardı. Ya da öyle bir şey.

Herhangi bir kameraya yüzüm yakalanmasın diye kar maskemi takarak, delil olabilecek olan çantayı alevlerin içine yattım. Ardından adamın üstünü arayarak telefonunu buldum. Rehberi baştan aşağı arayıp şebekeyle bağlantılı olabilecek bir isim bulmaya çalışıyordum. "Patron" yazıyordu. Evet, iyi fikirdi. Onu aradım. Beşinci çalışta açtı.

"Durum nedir G-Dog?" diye sordu. Tanrım... Hala o tarz isimler kullanılıyorlar mıydı? 80 ve 90'lardan sıyrılmış bir çeteye benzemiyordu hiç bunlar.

Sesimi olabildiğince kalın yapmaya çalışarak şunları söyledim : "O ölü. Siz bir ölüsünüz. Savaş başladı. Bunu durduramazsınız. Ölmek tek şansınız, hayatta kalırsanız ise bilin ki şanslısınız." ve kendimi harika hissetmeme sebep oluyordu. Bu kadar şiirsel konuşabileceğimi bilmiyordum.

"Kimsin sen?" diye sordu şaşkın bir ses tonuyla.

"Bir dost demek isterdim, ama değil." dedim ve biraz daha tehditkar bir ses tonuna büründüm. "Bir düşman. Belki azrailin, belki de kurbanın. Savaş başladı. Sizin için geliyoruz. Ben kim miyim? Sizin için gelecek olan kişi. Tabi önce siz gelmezseniz..."

Telefonu kapatıp ateşin içine attım. Olabildiğince hızlı bir şekilde geldiğim yola koşmaya başladım. Birkaç sokak geçtikten sonra biraz soluklandım.

Onlar bize "Senin için geliyoruz - senin için gelecek olan kişi" tarzı bir şeyler demişti tehdit ederken. Bu yüzden, eğer onlar birbirini bu kadar iyi tanıyorlarsa, onlar gibi davranarak daha gerçekçi olabileceğimi düşünmüştüm. Ve bana uygulanıp etkilendiğim bir tehdidi başka birine uygulamak ise... Paha biçilemez.

Şimdi yapmamız gereken şey ise, beklemekti. Savaşın çıkmasını beklemek...

Hayalperest (Dreamer) Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin