1.Bölüm: Bir varmış, bir yokmuş
Önce bir varmış derler, birileri var olur; sonra bir yokmuş derler, o birileri yok olur...
*****
Bir varmış, bir yokmuş...
Bütün destansı masallar böyle başlar değil mi? Önce bir varmış derler, birileri var olur, o birilerinin masalları var olur. O masallar yaşamlarını sürdürdükçe büyür, büyür ve o birileri fark etmeden kendilerini birbirlerinin masallarının içinde bulurlar. Masallar değildir artık onun adı, masaldır. O birilerinin tek bir masalı vardır artık. Ne yaparlarsa yapsınlar o masalın içinden çıkamazlar. Sonu olmayan bir labirentte hararetle çıkışı ararken kah yakınlaşır, kah uzaklaşırlar ama asla o masalın içinden çıkamazlar.
Sonra bir yokmuş derler ve açılır labirentin kapıları. O destansı masal, o zorlu masal bir saniyede yok oluverir. Ne o birileri kalmıştır geriye, ne de o birilerinin masalları. O an anlarlar, o labirentte çıkışı bulmak için geçirdikleri zaman, labirentin çıkışında hissettikleri yokluktan daha değerli olmuştur. Ve o an anlarlar bu yok oluşun artık geri dönüşü yoktur. Destansı masal masallığını yitirip destan olarak kalmıştır ve hep öyle kalacaktır...
Benim masalım da böyle başladı. Bir varmış, bir yokmuş dedim kendi kendime. Sonra anneme, sonra ablama, en son babama. Bir varmış, bir yokmuş. En uzak ama en renkli gezegenlerin birinde o yaşarmış. Siyaha kaçan kahve, önlere doğru uzun saçları ; buğday ama beyaza kaçan bebeksi teni ; içinde hem derin masmavi denizleri, hem dipsiz bucaksız yemyeşil ormanları, hem de en soğuk kayaları ve en sıcak ateşleri barındıran elaya kaçan gözleri ile dünyanın en yumuşak ve en sıcak kalbini taşıyan o yaşarmış. Ama bir fark varmış, o sadece benim hayallerimde yaşarmış...
Ben Eylül Yılmaz. Ablasının küçük tavşanı, annesinin pırasa saçlısı, babasının ise hayalperest kızı Eylül Yılmaz. 18 yaşına girmesine dakikalar kalan genç bir kız, içine olmayan dünyaları sığdırmaya çalışan küçük bir çocuk ve o dünyanın yükünün farkında olmayan bir şizofren adayı...
Odamdaki boy aynasının karşısında yüzümde geniş bir tebessüm ile kendimi süzerken aynı zamanda dalgalı, uzun kumral saçlarımın öndeki iki tutamını renkli tel tokalar ile başımın arkasında birleştirip sıkıca tutturuyorum. Üzerimdeki siyah diz üstü elbisem tokalarıma inat sade ve karanlık bir havayla bedenime ev sahipliği yapıyordu. Böyle hazırlanmıştım çünkü o beni böyle görmeyi seviyordu. Bir yanımı renkli, bir yanımı karanlık. Harelerinin içindeki çeşitli renklere karşılık o da çoğunlukla siyah giyinirdi benim gibi. Sonra içinde onun gözlerindeki derin denizleri barındıran mavi gözlerimin yansımasına diktim gözlerimi. Uzun uzun izledim, çünkü o gözlerimi izlemeyi her şeyden çok severdi. Onun sevdiği şeyleri ben daha çok severdim. O bana kendimi sevmeyi öğretmişti.
"Eylül hadi ama, arkadaşların bekliyor" kapının arkasından gelen ses ile aynanın önünden ayrıldım ve ağır adımlarla kapıya doğru yürümeye başladım. Ayağımdaki kırmızı topuklularım odamdaki gri, mermer desenli parkeleri döverken sonunda kapıya ulaştığımda anahtarı çevirip kapıyı açtım. Ablam benim gözlerimin aksine koyu kahve gözleri, benim saçlarımın aksine koyu kahve düz saçları, hafif makyajı ve boyumun aksine uzun boyuyla karşımda duruyordu. Üstündeki kırmızı diz altı elbisesi bedenini sararken o ince bedeni de gözler önüne serilmişti. Sözün kısası güzelliğini annemden almış, bana annemden alabileceğim bir parça dahi bırakmamıştı. Gözlerim, saçlarım ve diğer tüm özelliklerimle babamın kopyası olduğumu söylenirdi hep.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayalimdeki Sen
Fiksi RemajaBir varmış, bir yokmuş... Bütün destansı masallar böyle başlar değil mi? Önce bir varmış derler, birileri var olur, o birilerinin masalları var olur. O masallar yaşamlarını sürdürdükçe büyür, büyür ve o birileri fark etmeden kendilerini birbirlerin...