Saat 8. Yine ölümler oldu zihnimde, en yaşatmak istediklerimin.
Saat 9. Bu acıyla nasıl yaşanır bilmiyorum.
Saat 10. Fakat sabah mı, gece mi?
Farkında değilim.
Saat 11. Onu bekliyorum. Ölümü. Sıra bana ne zaman gelecek?
Gece yarısı oldu sanırım. Gün evrildi, ben de evrilmeliyim. Bir kere öldüm, bin kere dirilmeliyim. Bu acı yaşatmaz beni fakat yaşamalıyım. Zorundayım. Bu savaştan sağ çıkmalıyım.Duvara asılı resme bakakaldım bir süre. Berk ve Mira. Gülüyorlardı birbirlerine. Ölümü düşündüm. Yakışmış mıydı hiç güzel yüzlerine?
Doktor'un "Maalesef kurtaramadık." diyişi kulaklarımdan gitmiyor.
Sanki omzumda oturan melek bana ölümü fısıldıyor. Kelimeler değişmiyor, aynı. Kurtaramadık. İlk fısıltı.
Kaybettik. Diğer fısıltı.
Sen de öleceksin, Arin. Herkesi kaybedeceksin üstelik, tüm sevdiklerini.Fısıltılar bitiyor. Bir zaman sonra başa dönüyor. Canımın acısıyla başa çıkamıyorum. Kafam dağılsın istiyorum, zihnimdeki sesler sussun istiyorum. Ardından bir döngüye girmiş gibi, bakıyorum tekrardan resme.
Duvara çakılı bir çivi. Çiviye asılmış bir çerçeve. Çerçevede bir fotoğraf ve fotoğrafta gülümseyen iki ölü. Çivi duvara çakılıysa ben neden çiviyi kalbimde hissediyordum?
Saat 11 oldu. Tam onbir saat aynı resme bakmıştım. Çivi kalbimde oyuklar açmıştı, içimi deşip durmuştu. Fakat yine de ölmemiştim işte. Hala yaşıyordum anlamsız bir şekilde. Bu kaybettiğim kaçıncı kardeşimdi bilmiyordum. Tek bildiğim bu acının da öldürmediğiydi.
Peki hangi acı öldürürdü? Yoksa biz acılarımızla yaşamayı öğrenmek zorunda mıydık? Öyle olmalıydı. Aksi takdirde, acılar öldürüyor olsaydı yani bu dünyada yaşayan kalmazdı sanıyorum. Her anne acı doğururdu iki bacağının arasından. Her çocuk acıdan ibaretti. Yaşayan herkes ise esasında ölülerdi. Görmezden gelmeyi sürdürdük.Siyah şalı doladım başıma. Simsiyah giyindim bugün. Cenaze törenine gidiyorduk. Berk ve Mira'nın cenazesi. Ve gömemediğimiz diğerlerinin de. Artık herkesin haberi vardı ölümlerden. Okul kapatılıyordu, tahliye ediliyordu. Öğrencilerin kaydı alınıyordu. Soruşturma açılmıştı müdüre ve birkaç öğretmene de. Tabi bunların hiçbiri bizim umurumuzda değildi. Biz cenazemize gidiyorduk.
Odadan çıktım. Bir daha buraya gelebilir miydim meçhuldü. En azından eşyalarımı toplamak için cenaze töreninden sonra gelmeliydim. Sonra diğerleri gibi eşyalarımı toplayıp buradan defolup gidecektim. Kaçacaktık bu okuldan. Peki okulun bıraktığı zihnimize üşüşen kötü anılardan da kaçabilecek miydik? Sanmıyorum. Bu yük üzerimize yapışan siyah paçavralar gibi nereye gidersek peşimizden gelecekti. Kurtulamayacaktık.
Etrafımdakilere baktım. Siyahları kuşanmıştı işte herkes. Fakat neden? Acının rengi neden siyahtı? Kimse sorgulamıyordu. Ben de sorgulamadım. Sadece yürüdüm. Acıdan şekillenmiş bedenler arasında.
Acıdan şekillenmiş bedenler. Sahte gülümsemeler. Sahte hüzünler. Yalanlar ve yalan konuşmalar. Ayna yoktu etrafta fakat herkes birinin yansımasıydı. Yansımalar ve yanılsamalar. Yokuşlar ve yok oluşlar. Hayat da bundan ibaretti. Fakat acıdan şekillenmiş bedenler arasından yürürken onlardan farklı olmadığımı da biliyordum.
Yüreğimizde konuşlanan saf acı aynı annedendi. Yüzlerimizdeki sahte gülümsemeler aynı babadandı. Bizler kardeştik. Acılar bizi kardeş yapmıştı. Ama kardeş olduğumuzu anlatan tek ortak yanımız da sahteliğimizdi. Bu da aslında kardeş olmadığımızı belirtiyordu. Sahte bir paradoks.
Kendimi Şinigami'nin ellerindeki kutuda sanıyorum. Kuantum teorisi. Schödinger'in kedisiyim. Paradoksun kendisiyim. Yaşıyor muyum? Yoksa ölü müyüm? Belirsizlik hem yaşadığımı hem de öldüğümü mü gösterirdi? Peki ya kedinin aksine göz önünde olmam yaşadığımı mı kanıtlardı? Aksi mümkün müydü? Mümkünmüş işte. Kanlı canlı bir ölüydüm ben. Schödinger'in kedisiyle aynı kaderi paylaşıyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Şinigami : Ölüm Tanrısı
Misterio / Suspenso' Herkes, herkese ihanet edebilir. ' Ölümün kucakladığı çocuklar büyüttüm avuç içlerimde. Hepsi kanımdı, hepsi bendi. Kızıldandı bedenleri, siyahın karasına bulanmışlardı. Ölü doğan çocuklardı onlar. İçime gömdüm fakat ben öldüm. Ölümüm gebe bırak...