W.
18.00
Günlerden cumartesi. Cumartesilere bayılıyorum. Aslında diğer günlerden pek bir farkı yok ama hayatımdaki olan güzelliklerin cumartesiye denk gelmesi benim onu sevmem için en büyük neden oldu. Mesela; cumartesi, yeniden doğuşumun ilk günü. Cumartesi, bir haftadır olmayan güneşime kavuşacağım gün. Evet, Minghao bir haftadır yok. Hâlimi düşünebiliyor musunuz? Onsuz günlerimin nasıl da bir hiç gibi geçtiğini anlıyor musunuz? Dünyadaki tek amacım Minghao ve ona olan sevgim. Bunu sakın Minghao duymasın çünkü bundan hiç hoşlanmıyor. Onsuz nasıl yaptıysam öyle devam etmemi -tabii daha iyi koşullarda- istiyor. Onu sevebilirmişim ama her şeyim o olamazmış. Âdeta bir çocuğa bürünüp mızıkçılık yaptım ama ona nafile... Küçük çaplı bir etki bile yapmadı, yapmadığı gibi beni yalnız bırakıp yurt dışlarına gitti. Neyse ki, zor zamanlar geçti. Ölümü neredeyse hiç düşünmüyorum ve önceki günlerden daha mutluyum. Hayat dolu desem fazla olabilir. En iyisi bu yazı daha fazla melankoliye gitmeden sonlandırayım. Onu ve ona olan sevgimi çok seviyorum.
Defterimi kapatmamla birlikte kapı açılıyor ve içeriye göz alıcı ışık süzülüyor. Özlemim onu gördüğümde daha çok artıyor. Ne yapacağımı bilemediğim için oturduğum sandalyede kalakalıyorum. 2 tane büyük bavulu zorla içeriye alıp alnındaki terini siliyor. Saçlarını geriye atıp, "Gelip yardım etmeyi hiç düşünme zaten." diyor ve kapıyı kapatıyor. Hayıflanması beni harekete geçiriyor ve hızlıca yanına ulaşıyorum. Kalbim durmuş, kalbimi yürürken düşürmüşüm yoksa böyle kaskatı kesilmemin başka açıklaması olamaz. "Wonwoo, iyi misin?" Minghao kollarımdan tutup beni ileri geri oynatıyor. Evet oynatıyor çünkü balmumu heykelleri gibiyim şu an. Derin bir nefes alıp kendimi topluyorum. "Ben seni çok özlemişim." Minghao dediklerime gülerek kollarımı bırakıyor. Valizlerin yanına gidip siyah olanı yere indiriyor ve açıyor. "Baksana, nasıllar? Hepsini sana aldım." Valizin içindeki karmaşıklığı görmem için yaklaşmama gerek dahi yok. Kaşlarımı çatıyor, "Bunları almana ne gerek vardı?" diyorum. Parasını benim için harcamış olmasına sinirleniyorum. "Beğenmedin mi?" Üzgün yüzü yaptığım hatayı fark etmemi sağlıyor. Beni düşünerek aldığı onca şey için ona teşekkür etmem gerekiyor, bu yüzden yanına gidip yerine oturuyorum. "Ben ne diyeceğimi, nasıl tepki vermem gerektiğini bilmeyen bir çocuğum Minghao. Lütfen beni anla ve affet. Bunlar için de çok teşekkür ederim. Çok mutlu oldum, inan." Alnını alnıma yapıştırıp yanağımı seviyor. Gözlerim istemsizce kapanırken kanatlarım ortaya çıkıyor, birazdan olan uçuşuma hazırlanıyorum. "Çöle düşüp tilkiyle karşılaşan Küçük Prens gibisin. Ne yapacağını bilmeden yola çıkmış, oradan oraya savruluyorsun." Her zamanki sakinliğiyle başımı tutup omzuna yatırıyor. "Benim bile haberim olmadan hayatıma dahil oluyorsun ve ben hayatımın en hızlı, en güzel olan birlikteliğini yaşamaya başlıyorum. Seni, sen yapan her şeyini seviyorum. Beni iyi dinle bir daha duyman uzun zaman alır. Seni sevip koruyacağım, sevgilim." Uçuyorum ama bu sefer yalnız değilim.
"Ben, biz... Biz... Gerçekten, inanamıyorum hâlâ? Her şey çok tuhaf." Yemek masasındayız, Minghao harika yemekler yapmış ama ben yemekten kaçmak için konuşuyorum. "Tuhaf olduğunu yeni mi fark ediyorsun? Tarlada yanımda bayıldığın günden beri geçen bütün günler tuhaflıklarla doluydu." Hızlıca sandalyeden kalkıp elimi çırpıyorum. "Evet evet, o gün de cumartesiydi." Hiçbir şey anlamadığını bildiğim için açıklamaya başlıyorum. Açıklamam bittikten sonra başını sallayıp küçük bir tebessüm ediyor. "Cumartesi doğduğum gün." Heyecanla yerimde zıplamaya başlıyorum. "Cumartesi artık seni daha da çok seviyorum." Minghao'nun yanındaki sandalyeyi çekip oturuyorum. Elini tutup, "Cumartesi bizim uğurlu günümüz olsun tamam mı?" diyorum. Benim bu sevincime rağmen gözlerindeki hüzüne anlam veremiyorum. Başımı eğip göz göze gelmeye çalışıyorum ama o bundan kaçınıyor. Göz yaşlarını zor tutarken titrek sesiyle konuşuyor. "Aynı zamanda babamı kaybettiğim gün." Sevincimden geriye toz bile kalmıyor. Yerimden kalkıp güneşime sarılıyorum.
Koltuktayız. Üstümüzde battaniye var ve Minghao'nun tablosuna bakıyoruz. Bir hafta boyunca olduğu sergide sergilenmekten vazgeçilen tablosu. "Neden gittin ve o kadar o durdun o zaman?" Sinirliyim çünkü emeğe gram saygısı olmayan pisliklerin yaptığı kötülüklere dayanamıyorum. "Güzellik ne, sanat ne bilmeyen zavallılardan başka bir şey değilmiş." Minghao iç çekip omzuma yaslanıyor, battaniyeyi boynumuza kadar çekiyoruz. "Sadece aynı cins kişilerin âşkını yasak buldular. Yoksa tablonun muazzam olduğunu ben de biliyorum, ben çizdim çünkü." Egoistçe konuşması üzüntüsünü gizlemeye yetmiyor. "Hayır, sadece çizmen değil. Senin bizi çizmen tabloyu harika kılıyor." Yavaşça gülmeye çalışıyorum, Minghao omzumda rahatsız olmasın yeter. "Bu resmi seninle karşılaştığım gün bitirmiştim. Hayatın küçük mesajlarını anlayamamışız." Dişlerimi sıkıyorum, dolan gözlerim için başımı yukarı kaldırıyorum. Ben fark etmiştim. Cumartesi, hayatın gönderdiği mesajdı. "Özür dilerim." Sessizliği bozan mırıltısına kulak veriyorum. "Neden ki?" Burnunu çekiyor, ağladığını anlıyorum ama bir şey yapmıyorum. Bazen sadece bırakmak gerekir. Birçok şey bilmiyorum ama Minghao için en iyisi ne öğreniyorum. "Gününü mahvettim. Ayrıca belki de senin için mesaj olan cumartesiyi de sözlerimle batırdım." Yutkunuyorum. Birisinin beni bu kadar düşünmesine çok yabancıyım. Fakat yaşıyorum, Minghao ile yeni duyguları keşfediyorum. "Seni üzenler, beni de üzer; seni mutlu edenler, beni de eder. Ben seninle tekrar hayat bulmuşken sıradan bir günün ne önemi var. Minghao, daha çok bilmek istiyorum seninle ilgili." Battaniyeyi daha da çekip, "Belki daha sonra." diyor. Belki daha sonra...
Hâlâ koltuktayız. Minghao dizlerimde uyuyakaldı, ben de yüzünü hiç unutmamak için tane tane inceliyorum. Kirpikleri hareket ediyor, mükemmel gözleri açılıyor ve göz göze geliyoruz. Kocaman gülümsüyorum, o da gözleri ile gülüşüme karşılık veriyor. Gözleri gülen güneş... "Güzel uyumuşum, dizlerinin etkisi galiba." Gözlerini tekrar kapatıyor. "Uyuma yok, canım sıkılıyor." Gözlerini açıp keyifle gülüyor. Ne düşündüğünü konuşunca anlıyorum. "Tamam o zaman soru sor bana." Başımı sallayıp aklıma gelenleri sormaya başlıyorum.
"Ne zamandır resim yapıyorsun?
"Çok uzun süredir, elime kalemi aldığımdan beri diyebilirim."
"Gece mi, gündüz mü?"
"Seninle olan herhangi vakit." Muzipçe gülüşünü ciddiye almayıp devam ediyorum.
"En sevdiğin içeçek?"
"Su, çok faydalıdır."
"Nasıl bana güvenip evine aldın?"
"Bazen insanlar sadece anlar. Der ki, bu benim eksik parçam ve onunla olmak ister hep."
"Sevgime gerçekten inanıyorsun de mi?"
"Saçmalama, elbetteki hayır." Gülen ağzına bir tane vuruyorum. "Kimseye inanmadığım kadar inanıyorum."
"Beni ne kadar seviyorsun?" Birkaç saniye bakışıyoruz, gözlerindeki anlamı anlamama fırsat vermeden başını kaldırıyor. "İlla bir ölçü istiyorsan B-612* kadar. Sadece sen ve ben sığarız. Bu da evrendeki en büyük, en muazzam yer." Cümlesi sonlanır sonlanmaz dudaklarıma bir öpücük konduruyor. Yeni sulanmış çiçek gibi güne açıyorum. Sararmış yapraklarım iyileşiyor, toprağımdaki henüz büyümemiş tohum olgunlaşıp yeşeriyor. Minghao ile birbirimizin eksik parçalarını tamamlıyoruz.
🌻🌻🌻
*Küçük Prens'in yaşadığı asteroid.
• Selam. Okuyan bir iki kişi var ama ben yine de açıklama yapmak istedim. Minghao'nun hikâyesini anlatacağım, sadece bölümlerin uzun olmasını istemediğim için kısa kesiyorum. Bir de anlamışsınızdır, Wonwoo biraz fevri birisi. Ne yaptığını pek bilmiyor, büyüyememiş. Hâlâ çocuk. O da öyle bir karakter işte, yapmak isteyip de yapamadıklarımızı yapıyor. Bizim bastırılmış tarafımız belki de.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
küçük prens yolunu kaybetmişti - wonhao
Fanfic...ve ben kaybolan birinin çoban yıldızıydım. '270120 '050320