Sıradan fırtınalı bir Daegu gecesi,Saat 03.42
Siyah bol bir sweat içinde, burnu soğuktan kızarmış, elindeki kahve soğumuş bir şekilde derin bir düşünce sarmıştı etrafını. Çokta kalabalık olmayan Daegu trafiği geceleri rahat bir nefes alıyordu. Arada tırlar geçiyordu yoldan. Hızla geliyorlar ve ufukta kaybolan yolla birlikte ortadan kayboluyorlardı.
Eski, izbe bir benzin istasyonunun ofis bürosunun çatısında, sabahları patronunun oturduğu minderde oturuyordu şimdi. Üstüne üşütmemek için aşağılardan bulduğu bir battaniyeyi almıştı ama pek işe yaradığı söylenemezdi.
Daegu fırtınaları seven bir şehirdi.
Gözleri kızarmıştı, sabahtan beri çalışmaktan yorulmuştu ama uyuyamıyorum. Bedeni geceleri uykuyu reddetiyordu ve bu yüzden son iki aydır ölüden farksızdı. İş yerindeki arkadaşlarının ve patronunun ısrarına rağmen dinlenmek istemiyordu ve karnını doyurmak için bir işe ihtiyacı vardı, üstelik hasta olmamak için çabalasa bile hasta olduğunu fark ettiğinden beri kendiyle özel olarak ilgilenmeyi bırakmıştı.
Daegu fırtınaları rahat bir uyku sevmezdi.
Aslında iki ay öncesine kadar sağlıklı bir yaşamı vardı gencin. Çalışmasına gerek olmayan, onu böylesine düşüncelere boğmayan bir yaşam. Sevgilisi oma bakardı, sevgilisi onu beslerdi, sevgilisi onu severdi. O zamanlar geriye çok iyiydi. Ondan büyüktü sevdiği adam. Geniş omuzları vardı, dik duran başı, ondan uzun olan boyu ve hafif şekilli kasları... Ona hayrandı genç. Çoğu zaman öpüşürlerdi saatlerce. Bazen kaçamak yapar ve evin bodrumunda, kimsenin onları bulamayacağı yerde, sevişirlerdi. Oradan bazen günlerce çıkmazlardı, bazen de adamın işi olurdu ve onu bırakıp giderdi, eski, puslu bodrum katında. O zamanlar güzeldi, tek sorun o zamanların geri gelmemesiydi.
Daegu fırtınaları şiddetli geçerdi.
Rüzgar yüzünü yalayıp geçerken hapşırdığını fark ettiğinde cebinden telefonunu çıkardı ve saate baktı.
"04.37"
Güneşin doğmasına daha vardı. Benzin istasyonunu güneş doğarken açmayı planlıyordu. Normalde gece boyu açık durmalıydı istasyon, ama hiçbir eleman gece burada kalmak istemediğinden patron geceleri kapanmasına izin vermişti.
Bazen tepelerinde dikilip geceleri çalışırlarsa çok daha fazla kâr elde edebileceklerini söylüyordu patron. Tabiki yine de kimse gece çalışmayı kabul etmemişti.
Bazen patron gencin yanına gelir ve onunla özel olarak sohbet ederdi. Böyle zamanlarda dizine otuttururdu genci. Saçlarını eliyle tarayıp kulağının arkasından öperdi usulca. O zaman içi bir hoş olurdu gencin. Bu hissi asla tam olarak çözememişti, ama patron böyle yapınca gencin aklına sevgilisi gelirdi hep.
Artık onu çok özlediğini düşündü.
Kendi kendine sohbet ederken konunun konuyu açtığını fark ettiğinde sıkıntıyla oflayıp soğumuş kahvesinden birkaç yudum aldı. Sıkılmıştı. Uykusu yoktu.
Daegu fırtınaları sabahları enkaz altında bırakırdı.
İstasyona bir tırın yaklaştığını gördüğünde göz devirip ayağa kalktı. Kapalıydı işte istasyon ne diye gelip duruyorlardı ki, sinirlenmişti kendi kendine. İki katlı ofisin çatı katından inmesi çok zamanını almamıştı. Alt katta, marketin yanındaki duvarları camdan olan ofis odasına girdi. Karanlıkta görülmezdi, tır gidene kadar bekleyecekti.
Bir süre sonra tırın gitmediğini gördüğünde sevgilisinden öğrendiği bir küfürü mırıldanarak saate baktı. Güneşin doğmasına az kalmıştı.
En sonunda derin bir nefes bırakarak cebindeki anahtar yığınını çıkardı ve ofis kapısının anahtarını değişik, uzun şekilli yapısından tanıyıp kapının kilidini açtı. Gece burada kaldığını kimseye söylememişti ve şu an gelen kişinin çalışanlar veya patron dışında biri olmasını diliyordu. Aksi takdirde neden burada olduğu konusunda bir yığın bahane üretmesi gerekecekti ve yalan söyleme konusunda pek de iyi satılmazdı.
Anılarla dolu o eve gitmek istemediğini birine açıklamak istemiyordu.Hayır, hayır şu an yine kendi düşünce selinde sürükleniyordu.
Daegu da fırtınanın etkisi güneş doğunca ortaya çıkardı.
Tıra doğru kuşkulu bir şekilde yaklaşmaya başladı çünkü tırın içindeki kişi simsiyah giyinmişti, böyle olunca istemsizce gözüne kötü adam gibi görünmüştü ve zaten arkadaki fırtına ortamı kasvete bürüyordu. Derin bir nefes alıp sürücünün olduğu yere yaklaştı ve boyunu bir hayli aşan kapıya bir süre baktıktan sonra umutsuzca başını eğdi ve kapıyı tıklattı.
Kapının açılma sesini duyduğunda bir adım geri çekilerek içeriyi süzmeye başladı. Büyük, deri kılıflı bir direksiyon, aynada 80lerden kalma süsler ve camın önünde klasik bir örtü. Tırın içi bu kadardı. En azından Jimin'in boyuyla görebildiği tek şey bunlardı.
Gel, diye bir ses duydu içeriden. Uyku mahmurluğu vardı seste, ve bariz bir tanıdıklık.
Efendim, diye sordu ilk önce. Kafa karışıklığı heyecanından kaynaklıydı.
Gel, dedi yine aynı ses.
Kaşlarını çattı. Gitmek istemiyordu ama beden ayakları sözünü dinlemiyordu? Neden ihanet ediyordu kapıdan tutan elleri ona?
Emindi ki beyni onu dinlemeyi reddetmişti ve karşısındaki tanıdık ses ne derse artık ona uymaya karar vermişti.Bir anda kendini tırın içerisine girmek üzereyken durdurdu. Burnuna tanıdık parfüm kokusu gelmişti şimdi de. Başı döner gibi olduğunda ne olduğunu anlayamadan kendini adamın kucağında buldu.
Kaşları şaşkınlıkla havalandı, bir anda tanıdık simayı fark etmişti çünkü. Sen, diye mırıldanmasına kalmadan tanıdık dudaklar, tanıdık bir hisle yapıştı dudaklarına. Karnında en son iki ay önce bu kelebekler uçuşmuştu şimdiyse aynı kelebekler midesini deşmek istercesine çırpınıyorlardı içeride. Elleri yine aynı dövmenin üzerinde duraksadı, yine aynı ben'i okşadı parmakları. Bu kadar tanıdıklık fazlaydı bünyesine. Siyah bol sweati içerisinde ince, uzun parmakları hisseyi bir süre sonra. Sıcak teni karıncalanmış ve titremişti istemsizce.Jeongguk?, diye fısıldadı sorarcasına. Acı vardı sesinde, özlem ve öfke vardı.
Benim, dedi adam. Gözlerine bakıyordu doğrudan bebeğinin.
Daegu'da her fırtınadan sonra güneş parlardı.
Ve sonra bir araba durdu tırın yanında. Ne Jeongguk ne Jimin fark edebildi arabayı.
Güneş ilk ışıklarıyla beraber etrafı harabeye çeviren fırtınayı dindirirken kapı açıldı ve içinden şaşkın ve bir o kadar kırgın bakışlarla bir adam indi.
Patron, Min Yoongi.