Yağmurun sesi en çok buralarda duyulur. En çok buraların rüzgarı uğuldar ve en çok buralarda sıkı sıkı kapanır pencereler. Baharda rengarenk çiçekler açan torosların, sert bağrında yumuşaklık bulan insanlar ses getirirdi bu dik yaylalara. Öyle ya yumuşamasa kim yaşar buralarda. Toprak lazım insana .Yaşlanan her şey yumuşar derler...
Sarp kayalıklar gece olunca rüzgarla bir türkü tutturur güneşin belini görene kadar fısıldardı türküsünü. Kim derdi ki rüzgar güneşe aşık olsun. Birlikte göründüler mi hele insanın kağıt gibi buruşuverir çehresi. Uçuverir toz toprak dört bir yana. Kuru rüzgar bu ağaç büker bu mevsimde.
Melek, yine rüzgarın güneşe cilve yaptığı bir gün annesinin yıllar önce 23 Nisan'da taşıdığı, üzerinde çocuk figürleri olan renkli bayrağı ile bahçeye fırladı. Evlerinin yarım kilometre uzağına kadar koşarak gitti ve bayrağını uçuruma az kala toprağa yerleştirdi. Bayrağa arkasını dönüp gerisin geriye koştu. Bayrak rüzgarın etkisiyle yerinden çıkıp uçuruma fırlayacakmış gibi hızla dalgalanıyordu. Çocuk bedeni de uçacakmış gibiydi ya o cebindeki taşlara güveniyordu.
Kız, evin yolunu yarılayana kadar koştu ve sonra kendine her defasında başlangıç çizgisi olarak seçtiği elma ağacının yanında durup hızla uçurumun yanına diktiği bayrağa doğru koşmaya başladı. Soğuktan kulakları buz kesmişti ve zonkluyordu ama o durmadı öyle hızlandı ki minik ayakları yerden kesilmişti. Adeta bir kuş gibi uçarcasına savruluyordu rüzgarda. Bayrağı görünce burnu delinmiş ve sürekli koşup köşesiyle fren yaptığı aşınmış ayakkabısını yine toprağa sürterek durdu. Durdu ama minik bedeni bir beden kadar daha ileri sekti boş bir kovuk gibi.
Gözleri uçurumdan aşağı doğru bakıyordu dehşetle. Kendini geri itti korkuyla. Bayrağını daha önce hiç bu kadar uçuruma yakın dikmemişti. Çocukça ve burun buruna geldiği ölümün varlığını hiç anlamamış bir edayla yeni rekoru için çığlık attı uçuruma doğru. Sesi yavru bir köpeğin uluması gibi yankılandı boşlukta.
Üşümekten akan burnu rüzgarın etkisiyle çenesinde kabuk bağlamıştı. Açlıktan guruldayan midesini gülerek tuttu ve eve doğru seke seke ilerledi."anneeeee! Nereye gidiyorsun."
Annesi eşarbını önden bağlamış hızlı adımlarla yokuş aşağı iniyordu. Şehre ineceği zaman önden bağlardı eşarbını. Melekte öyle yapacaktı büyünce. Yoksa Antalya içeri sokmazdı onu. Eşarbın çiçekli kısımları çenesinin altında olmalıydı bir de. İki tane eşarbı vardı annesinin. Birisi pembe çiçekli diğeri mor. Pembeyi daha çok severdi Melek. Çünkü kızlar pembe severdi.
Ceyda, Melek'in sesini duyunca daha çok hızlandı. Kızının ağlayarak ona doğru koştuğunu görebiliyordu. O da ağlıyordu ama biliyordu arkasını dönerse kalırdı orada gidemezdi."Anneee bende geleyim nolursun. Valla bişey istemem."
Küçük kız uçurumun kenarındaki kendi uydurduğu bayrak oyununda dizlerini parçaladığı için acıya daha fazla dayanamayıp olduğu yere çöktü. Annesinin arkasından öfke ve acıyla bakakaldı. Mor eşarbını takmıştı annesi. Ama çiçekli kısmı çenesinin altında mıydı görememişti.
"işşşşallah almaz seni Antalya anne!"
Annesi arkasına bakmadan hızla uzaklaştı. Melek arkasından uzun uzun izledi annesini. Gidişini ezberledi adımlarını saydı. Güç bela ayaklandı sonra. Eve doğru yürümeye başladı boynu bükük.
Dedesini gördü evlerinin yanındaki elma ağacına yaklaşırken. Yaşlı adam dizlerini tutarak yokuş yukarı çıkmaya çalışıyordu. Melek dedesine hiç bakmadan eve girdi. Dizlerine batan taşları çıkarıp yaralarını yıkadı. Dedesinin kurusun diye sobanın demirine bıraktığı sararmış mendili bastırdı dizlerine. Önceki düşüşlerin yarattığı morluklar renkten renge girmiş kalemliğindeki renkleri karışmış sulu boyasını andırıyordu bu haliyle.Dedesi eve girince mendilini kirlettiği için onu azarladı. Kız ise sinirden mendili lavaboya atıp hışımla annesiyle uyuduğu odaya gitti ve sandıktan pembe eşarbı çıkarıp ikiye kesip dizlerine bağladı.
Ağladı, ağladı, ağladı...
Dedesi ona sigarayı yeni bıraktığı için sürekli cebinde taşıdığı nemlenmiş nane şekerlerinden verdi. Kız şekeri ağzına atıp bir süre daha ağlamaya devam etti. Hem dizlerine, hem annesine olan öfkesine ağlıyordu. Ama aklına yeni rekorunu getirip kendiyle gurur da duyuyordu çaktırmadan.
Ali dede, sobanın üzerinde kaynamaktan katık olan çorbayı karıştırdı. Gelirken bakkaldan aldığı altı una bulanmış ekmeği ikiye bölüp yarısını kıza verdi. Kız dedesinin titrek elleriyle önüne koyduğu demir tastaki çorbaya, iştahla daldırdı eğri tuttuğu kaşığını. Ekmeğin hepsini içine doğrayınca lapalaşan çorbaya rağmen hepsini yedi bitirdi."annen gelince seni bir güzel zopalayacak örtüye ni ettin?"
"sobaya atar yakarım görmez ki nolcak ki hem"
"uçurum oyununu bırak gızım düşersin . Çok gocuman bak ora. Nasıl bulcem sora ben seni."
Melek, omzunu silkip dedesinin dizine yattığı an uykuya daldı. Çocuk bedeni çok örselenmişti bugün. Annesi mor eşarbını takıp şehre gitmişti. Pembeyi yırttığı için biraz pişman oldu ama 'hıh' diyip kovdu pişmanlığını hemencecik.
Rüyasında, annesi bir daha geri gelmiyordu. Melek ise yırttığı eşarbı yıkayıp bantlamıştı gelsin diye...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Havada Bir Top Bulut Olsam
Historia CortaMelek, annesini son gördüğünde 8 yaşındaydı. Babasını ise hayal meyal hatırlıyordu. Dedesi, annesinin yokluğunda en fazla 2 yıl bakabildi ona. Sonrasında ise karanlık bulutlara rengarenk balonlar uçuran bir Melek kaldı tek başına. Kavuşmak istediği...