Kapkaranlık bir ortamdaydım. Başka bir şey görmüyordum. Tir tir titriyordum. Bazı sesler duyuyordum. Çok karışık sesler.
"Sen benim tarafıma geçeceksin Melez. Dünyayı ancak böyle kurtarabilirsin."
Bağırmak istiyordum. Ama bağırmaya çalıştığımda bir şey benim sesimi yutuyordu. Bu sefer farklı bir ses konuştu. Tamamen farklıydı. Sevgiyle dolu incecik bir ses gibiydi sanki. Karanlık içinde bir ışık yayıldı. Çok güçlü bir ışıktı. Sanki bu güç damarlarımda dolaşıyordu.
Sonra biri ortaya çıktı. O ışıkların içinde çok güzel görünüyordu. Baygın görünümlüydü. Sanki günlerdir durmadan taş taşımıştı. Saçı örgülü, başında ise daha önce görmediğim bir şey vardı. Bir elinde meşale diğer elinde buğday vardı. Meşaleyi yere koydu. Buğdayı ise kulağıma sıkıştırdı. Sonra iki elimi de tuttu.
"Korkma,Rose. Sen dünyayı kurtaracaksın. Ama onunla değil arkadaşlarınla. Acele et."
Yüzü endişeli bir hal aldı. Güzelliği kayboldu. Birden saçları dağıldı. Yüzündeki baygın görünüm daha da kötü bir hal aldı. Yorgun düşmüştü. Ellerimi tutmaya devam ederek yere oturdu.
"Acele et. Fazla vaktiniz yok. Eğer acele etmezseniz ben ve sen yok olacağız."
Ortadan kayboldu. Tanıdık bir ses duydum.
"Kızım,Rose,kalk artık."
Babamın sesi beni rüyadan çıkardı. Kulağıma dokunduğumda buğday hâlâ oradaydı.
"Rüyada mıyım?"
Babam gözlerini kaçırdı. Yere bakarak konuştu. Ama endişeli görünüyordu. Sesi titreyerek çıkıyordu.
"Biliyorsun,buğdaylar ilgimi çekiyor. Bende kulağına yerleştirdim. İstersen çıkarabilirsin."
Hemen çıkardım. Lavaboya yöneldim. Buz gibi suyu yüzüme döktüm. Sonra mutfağa gidip kahvaltı yaptık. Sohbetlerle kahvaltı eğlenceli geçiyordu. Tam o sırada sorduğum soru ikimizinde gulumsemesini yok etti.
"Annem nasıl öldü?"
Hiç ses çıkarmadı bir süre. Sonra ağzını açtı. Ama bir şey söylemeden tekrar kapattı. Derin bir nefes aldı. Sonra sesi titredi. Konuştu.
"Annen,hayatımda gördüğüm en güzel kişiydi. Hiçbir zaman unutamam onu. Seninde unutmamanı istiyorum. Hiçbir zaman unutmayacağına dair söz ver."
"Ben..."
"Annene ihanet etmeyeceksin değil mi?"
Dilim tutulmuştu. Konuşamıyordum. Ama ağzımdan istemsizce birkaç sözcük döküldü.
"Annemi hayatım boyunca unutmayacağıma dair söz veriyorum."
"Hadi,çiçekçiye gitmeliyiz."
Beni tuttuğu gibi odama götürdü. Sonra gitti. Hazırlanıp kapıyı açtım. Yeşil bir tişört ve yeşil bir pantolon giymiştim. Babam ise beyaz kısa kollusu ve siyah pantolonuyla benim için 'tam anlamıyla bir baba'ydı.
***
Bir süre sonra çiçekçiye ulaştık. Anabelle ve yanında tanımadığım bir erkek arkadaşı kapının önündeydi. Babam anahtarı çıkarıp dükkanı açtı. Biz girdik. Anabelle ve yanındaki girmeden önce üç kişi onları iterek içeri girdi. Birden kapı kapandı. Babam hemen konuşmaya başladı.
"Gül, lale, menekşe gibi her türlü çiçek çeşidimiz var efendim."
Bunu söylerken babam titriyordu. Erkek olan bir kılıç.... Gerçekten bir kılıç çekmişti bize.
"Bay Anderson,size buraya neden geldiğimizi daha önce söyledik. Onu verin."
"Eh, pek yaşlandım bu konular için. Ama denemek lazım."
Sonra ceplerinden bir bıçak fırlattı bana.
"Tut bunu Rose. Sonra saldır!"
Bıçağı alınca bir kılıca dönüştü. Kız bana saldırdı. Savuşturdum. Ona saldırdım ve kılıcını düşürdü. Bunu nasıl yaptığımı hiç bilmiyorum. Birden babam aramıza girdi ve bıçağıyla(gerçekten onun halinde yine bir bıçaktı) kızı öldürdü. Diğerleri bağırdı.
"Öleceksin melez."
Sonra kaçtılar. Içeri Anabelle ve... Sonunda hatırladım. James girdi. Korku dolu bir ifadesi vardı ikisininde.
"Gitmeliyiz Rose. Bir kampa gitmeliyiz."
"Ne kampı? Hem az önce kimi öldürdük baba? Onlar kimdi? Bıçak nasıl benim elimde kılıca donusu ama senin elinde değişmedi?"
James güldü. Ama yine de ciddiyetini koruyordu.
"Rose,bütün bu soruların cevaplarını öğreneceksin. Orada özellikle hiçbirimizin bilmediği bir gerçeği öğreneceksin. Baban bilse de söylememek için yemin etmiş olmalı. Annenin kim olduğunu öğreneceksin."
"Anlamıyorum."
Anabelle kolumu tutup bir yere götürmeye çalıştı beni.
"Hadi Rose. Biraz ormanda yürüyüş yapalım."
"Peki,sen istedin. Ama eğer bana bunları açıklamazsan..."
"Yemin etme yeter."
Anlamadığım halde konuşmadım. Uzun bir yürüyüş sonunda ormana girdik. Bu güzel kokuyu burnuma çektim. Ve kendimizi başka bir yerde bulduk. Bir yerin önündeydik.
"Melez Kampına hoşgeldin Rose Anderson."
Beni içeri çekti. Kılıçlarla savaşan,ok talimleri yapan kişilerle karşılaştık. Tek merak ettiğim bir soru vardı.
"Melez ne demek?"
James ve Anabelle bu hâlime güldü.
"Bizde ilk başta böyleydik. Sonra alıştık. Melez,yarı tanrı yarı insan demek."
Sonra iki kişi yanımıza geldi. Biri kız, diğeri erkekti. Erkek olan bana biraz tanıdık geldi sanki. Ama birden bilemedim. Benimle aynı yaşta gibiydi. Simsiyah saçlı, simsiyah gözlü, beyaz tenli biriydi. Zihnimde yavaş yavaş görüntüler oluşmaya başladı. Sonunda hatırladım.
"Merhaba. Anabelle, James bu ne böyle?"
Kızdan çıkmıştı bu ses. Bana kendimi ilk başta cansız bir şey gibi hissettirdi. Erkek cevapladı.
"O, bir eşya değil, bir insan. İnsanlarla böyle konuşmazsın Sally. Rose Anderson. Senin bir kere gittiğin Anderson çiçekçisinin sahibinin kızı."
Sebepsiz yere güldü.
"Ah, Darcy. Şakadan hiçbir zaman anlamadın. Ama gerçekçi bir tahmin yürütüyorum. Kızın makyajları olsa kesin bir Afrodit kızı olurdu."
Demek Darcy'ydi. Çok değişmiş görünüyordu.
"Demek sensin Darcy Angelo."
Sonra James ve Anabelle'ye döndüm. Gözlerim o anda dolmuş olabilirdi. Ama kendimi tuttum.
"Nereye gidiyoruz Anabelle?"
"Büyük Eve. Sam'in yanına."
Benim elimi tuttuğu gibi beş katlı bir kulübeye götürdü. Kapiyi açtığında karşımda yarı at yarı insan birsini buldum. Bu bir sentordu. İyi ama o bir mitoloji karakteri değil miydi?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DEMETER'İN KIZI 1-Limos
FantasíaO günlerde dünyada var olan tek Demeter kızı ve melezi sanılıyordu. O kehanette bahsedilen kişiydi onlara göre. Daha 13 yaşında. O Rose Anderson. Adını gül adlı bir çiçekten alan her gülümseyişinde adının hakkını veren kız. O büyük gerçeklerle ve zo...